Ana Sayfa Hesabınız Yazı Ekleyin FAN ART FRP - RPG
J.R.R.Tolkien Kitaplar Galeri Biz Kimiz
Üye ol Üye girişi
Yazı aramak istediğiniz
Sitede 234 ziyaretçi, 0 kullanıcı var.
Oturum Aç
Takma isim

Parola

Henüz bir hesabınız yok mu? Yeni bir tane yaratabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yöneticisi, yorum yönetimi ve kendi adınızla yazı girişi gibi imkanlardan faydalanabileceksiniz.

Seçenekler
· Ana Sayfa
· Yazı Gönderin
· İstatistikler
· Bizi Tanıtın
· Forum
· Yükle
· En iyiler
· Linkler
· Hesabınız

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ

J.R.R.Tolkien
Hayatı, eserleri, kronoloji, röportaj, resimler...

Kitaplar
Özetler, kapak örnekleri, incelemeler...

Resim Galerisi
Sanatçılara göre sınıflandırılmış 100'lerce resim...




Önceki Yazılar
Mart 21, 2013 - 08:08:57
· Kızıl Yolculuk (1)

Kasım 07, 2012 - 16:17:32
· Bitmemiş Öyküler Çıktı (10)

Kasım 07, 2012 - 16:00:58
· Rohan ve Türk Benzerliği Üzerine (0)

Kasım 07, 2012 - 15:56:46
· Hobbit Fragmanları (0)

Aralık 21, 2011 - 08:18:56
· Hobbit Trailer (0)

Ekim 10, 2011 - 10:09:41
· Orta Dünya Tarihi: Kayıp Yol ve Diğer Yazılar (2) (0)

Haziran 13, 2011 - 10:37:47
· Orta Dünya Tarihi: Kayıp Yol ve Diğer Yazılar (1) (5)

Haziran 13, 2011 - 10:34:53
· Hobbit Vizyon Tarihleri ve Isimleri Açıklandı! (0)

Haziran 13, 2011 - 10:18:39
· Oyun Fikirleri (2)

Aralık 03, 2010 - 08:08:20
· BBC Tolkien röportajı (0)

Kasım 22, 2010 - 11:15:26
· The Hobbit icin Gazete Ilani (2)

Ekim 22, 2010 - 11:31:19
· Hobbit oyuncuları (10)

Ekim 13, 2010 - 09:27:41
· Yüzüklerin Efendisi'nin Sırrı Ne? (2)

Haziran 02, 2010 - 07:54:36
· HOBBİT TEHLİKEDE (4)

Nisan 06, 2010 - 09:13:39
· Muhiddin-i Arabi'nin Eserleriyle Lotr ve Silmirallion'a Bakın (5)

Nisan 06, 2010 - 09:13:33
· Gölgelerin İçinden (0)

Ocak 19, 2010 - 08:58:13
· Born of Hope. LOTR Fan Filmi (11)

Ocak 08, 2010 - 15:45:13
· Hobbit'le İlgili Bazı Sorular (0)

Ocak 08, 2010 - 15:44:59
· Mucizeler Savaşı (6)

Ocak 08, 2010 - 15:44:38
· LOTR Filmlerindeki Sinir Bozucu Sahneler (18)


Eski Yazılar

Çeviriler: KELEBEKLER GEZEGENİ (Devam) 6. ve 7. Böl.
Yayınlanma tarihi Mayıs 18, 2006 - 11:12:25 Gönderen iarwainbenadar

Editörün Seçimi / Özel Yazılar Bruinenn göndermiş "
Bölüm VI

Brinker, emri yerine getirilene kadar bekledi, sonra etrafına baktı.
“Kendinize yan gelir mi temin etmeye çalışıyorsunuz? Şu güllere bakın, bütün yapraklar masanın üzerine dökülmüş. Evet?”
“Güller bir saat önce getirildi efendim. Buyrun, üzerinde saat damgasi bulunan makbuz. Bunlar uçakla...”
“Nereden getirtildikleri beni ilgilendirmiyor. Çiçekçiyle ilgilenin arkadaş, sizi kazıklamış diyorum, kazıklamış.”
Gül tabağının altın kaplamalı ve içine oturulabilecek kadar iri olması, Brinker’e has bir zevk anlayışıydı.
Brinker için, büyüklük ve fiyat, iyi bir zevkin olmazsa olmazıydı. Her ne kadar pahalı görgü-eğitim bandları buna itiraz etse de, bu görüşünü hiçbir şey değiştiremezdi.
Ağzına kadar diken dolu tabak, şu an pek bir işine yarardı. Garip, son zamanlarda güller pek fazla dayanmıyor gibiydi. Suratı karardı. Bundan sonra dayansalar iyi olur, diye düşündü. Kimse ona diken dolu bir tabak için, günde dörtyüz vermezdi.


Gelen telefon sesi, düşüncelerini böldü.
“Yüzbin, öyle mi? İki katından fazlası da yolda. Hepsini yerleştirin. Şehir öyle bir kontrol altına alınmalı ki, bize yakalanmadan pencereye bile çıkamasın. Beklemeyin, elinizdeki mevcut adamlarla işe başlayın. Her semti ayrı ayrı kordon altına alıp, içini tarayın.”
Görüşmeyi bitirip, günlük işlerine yöneldi.
“Hmm... Evet...” Çalışırken kendi kendine mırıldanma alışkanlığı vardı.
“Şeytan götürsün, bu da ne böyle?” Öfkeyle çağrı tuşuna bastı. “Bana Vernon’u verin -Ah! Vernon, siz miydiniz? Ne demek bu, prosedür dört?”
“Üzgünüm patron, başka türlü olmuyor. İlk üç prosedürü uyguladım ama potansiyel müşterim hala ilgilenmiyor.”
“İlgilenmiyor!” Brinker’in boynu kızarmış, şişecekmiş gibi görünüyordu. “Bu herif, 44. şehirler arası yolda, altı üstü bir oto-restoran işletiyor. Kendini ne zannediyor acaba?”
Buna cevap veremem patron, ama lokalinde üç kere kavga, iki kere yangın çıkmasını sağladık. Ayrıca dört elektrik kesintisi ve arızalı bir araç kamyonunun duvarını yıkması da cabası.”
“Tamam, tamam Kindermere’i yollarım...”

Kindermere, iri yapılı olmakla birlikte karakuru, asık suratıyla garip bir tezat oluşturuyordu. Dar birer aralık gibi duran gözlerini daha da kısmak gibi bir alışkanlığı vardı ki, böylece hafif şaşılaşan bakışları, soğuk kanlı bir sürüngen havası veriyordu. Birçok kimsenin daha yüzüne bakar bakmaz, sinirleri boşanıyordu.
Alev kızılı saçlar ve çilli kolları olan genç adam ise bundan hiç etkilenmemiş görünüyordu.
“Defolun burdan!”
Kindermere’in yüzünde en ufak bir kas oynamadı.
“Bay Walsh, bu ticari bir tekliftir...”
“Ticari ha?... Saçmalık. Haraç toplamak istiyorsunuz ve bu iş boğazıma kadar geldi. Bıktım artık arabamı boş bir alana park ederken, başına bir şey gelmesin diye haraç ödemek zorunda kalmaktan. Bıktım her şeye üç misli para ödemekten, üretici üretmek, satıcıysa satış yapabilmek için haraç ödüyor diye.”
“Beni dinleyin arkadaş. Peş peşe talihsizlikler yaşamışsınız. Sigorta yaptırsaydınız güvende olurdunuz.” Konuşmasına ara verip dudaklarının arasına sigarasını sıkıştırdı. “Bildiğim kadarıyla restoranınızda kavga olayları yaşanmış. İş arkadaşım Bay Karnuck, bu tür işleri halleder. Düzenli olarak dükkanınızı ziyaret eder, bu hizmete dahil tabi, böylece kavgacılar kurtlarını dökecek başka bir yer bulmak zorunda kalırlar.”
Walsh, Bay Karnuck’u hakaret edercesine tepeden tırnağa süzdü. Şişkin suratı yara izleriyle bezenmiş, vücuduysa fıçı gibiydi.
“Profesyonel dayakçılar demek istiyorsunuz, değil mi?”
“Arkadaş,” dedi Karnuck, abes kaçacak ölçüde tiz ve ciyaklamaya benzeyen sesiyle, “Bir aileniz, çoluk çocuğunuz var. Eee, başlarına bir şey gelmesini, eee, istemezsiniz, yanılıyor muyum?”
Bu soru/tehdit bir şeyleri harekete geçirmiş gibiydi. Walsh’ın yanaklarında kırmızı lekeler oluştu.
“Ailemi tehdit mi etmek istiyorsunuz?” Öne çıkıp, Kindermere’i kabaca kenara itti. “He?”
Karnuck, içten içe memnun bir halde baktı. Bunun olmasını bekliyordu ve bu şapşal işini kolaylaştırmıştı.
“Evet,” dedi, “Evet, eğer açık konuşmak gerekirse. Buna karşı ne yapmayı düşünüyorsunuz?”
“İşte bunu!” Walsh, yumruğunu salladı.
Karnuck, her zaman profesyonel bir ağır siklet boksçusunun yumruğunu dahi, hiç etkilenmeden yiyebilmekle övünürdü ve bu yumruğa hazırlıklıydı. Karın kaslarını gerip, dik durdu.
Kindermere, baktı ve için için güldü. Walsh, güçlü bir delikanlıya benziyordu ama yumruğunu sallayış şekli bile ne kadar acemi olduğunu göstermeye yeterdi. Karnuck, kılını bile kıpırdatmadan böyle bir kaç yumruk yiyebilirdi, ta ki karşısındaki adamın direnci ve özgüveni sarsılana kadar.
Birden dondu kaldı, gözleri alışılmadık bir şekilde fal taşı gibi açıldı.
Çillerle bezeli iri yumruk, bileğine kadar Karnuck’un taş gibi karnına gömülmüştü ve Karnuck’un nefesi kesildi. Gözleri ileri fırlamış, iki büklüm bir haldeyken gırtlağından zayıf bir ıslık çıktı.
Başı öne düşerken, yine aynı acemi ama ağır bir darbe, kafasını arkaya savurdu. Dizleri bükülmeye başladı.
Walsh bir sağdan, bir soldan yumruk sallıyordu. Bu şekilde göğsü açık kalıyordu ama vuruşları öyle sert ve isabetliydi ki, Karnuck’un başı darbelerin etkisiyle omuzlarından kopmak üzereydi. Garip bir hırıltı çıktı gırtlağından, sonra dizleri gevşedi ve yere yığıldı.
Şaşkınlıktan dona kalan Kindermere, birden uyandı, tehlikede olduğunu anladı ve umutsuzca tabancasını kavramaya çalıştı. Ama daha kabzasına dokunamadan Walsh, onu kaptığı gibi itekleyip yere savurdu. Nefesi kesilmiş, yarı baygın bir halde yana yuvarlandı. Hala tabancasına ulaşmaya çalışıyordu.
O anda Walsh, havaya zıpladı ve iki ayağıyla üzerine düştü.
Kindermere’in önceden de tespit ettiği gibi Walsh tecrübesizdi, ama farkında olmadan profesyonel katil tekniği edinmişti. Ağır bir adamın, o yükseklikten iki topuğunun üzerine düştüğünde, ucu sivriltimiş bir kazığı, iki metre derinliğe gömebileceğinden haberi yoktu.
Ama Kinderemere biliyordu, bunu daha önce görmüştü ve çaresizce kurtulmaya çabaladı. Kollarını vücuduna dolayıp, kenara yuvarlanmaya çalıştı.
Çok geç. Boğuk bir darbe sesi duyuldu ve Kindermere, kızıl bir sis hohlayıp, gevşedi...

Brinker, haberleri iki saat sonra aldı, ancak öfkelenmekten çok şoke olmuştu. Kinderemere, bir kavgada öldürülmüş! İnanılır gibi değildi. Karnuck’un durumu daha da inanılmazdı. O demir gibi adamı hastane yatağında hayal etmek olanaksızdı. Hastanenin gönderdiği raporu sindirmeye çalışıyordu -çene kemiğinde iki kırık, şiddetli beyin sarsıntısı ve iç organlarında ağır travmaya bağlı, henüz yeni yeni durdurulabilen iç kanamalar.
Brinker, durumu kavradığında, Karnuck’u kafasında sildi. Elbette iyileşecekti. Fiziksel travmalar iyileşirdi ama ruhsal travma için aynı şey söylenemezdi. Karnuck’un kuş beyni böyle bir yenilgiyi hazmedemezdi. Bir sonraki karşılaşmada özgüveni kaybolmuş olacak, daha saldırıya uğramadan kendine siper arayacak ya da taktik olarak uygun olmayan bir anda, kendisi saldıracaktı. Karnuck’un itaati sağlamak üzere, dayakçı olarak kariyeri bitimişti. Başka bir meslek için de zekası yetmezdi.
Brinker, hiç üzüntü duymadan kendisini ortadan kaldırması gerekeceğini düşündü. Uzun yıllar boyu verdiği hizmetin karşılığında arkadaşları birkaç gün hayatını güzelleştirirlerdi, sonra üzücü bir kaza ayarlamak gerekecekti.
Dikkatini Walsh’a verdi. Dosyasını incelemişti, bu adam ayak takımındandı, beşinci sınıf bir tarafsız. Pespaye restoranından koparmağa çalıştıkları birkaç kuruş için değmezdi bile.
Birden, bütün bu hikayenin ne kadar gerçek dışı göründüğünü fark etti. Kaşlarını çattı. Kindermere ve Karnuck profesyoneldi, yani bir zamanlar ve her türlü numarayı bilirlerdi. Walsh gibi bir hiç, onların hakkından gelmeyi nasıl başarmıştı?
Dosyayı tekrar inceledi. Dövüş söz konusu olduğunda Walsh, tam bir acemiydi. Belgeler güçlü bir yapıya sahip olduğunu doğruluyordu, ama hiç bir zaman boks, güreş ya da amatörce dahi sporla ilgilenmemişti. Tek başına Kinderemere bile, onu iki parmağıyla parçalalarına ayırabilecek durumdaydı.
Brinker dosyayı öfkeyle kenara itti. Belki de bu işin arkasında başka şeyler vardı. İlk tepkisi, adamı örnek olsun diye sıkma makinesinin içinden geçirtmek olmuştu. Ezilmiş vücudu, onu tanıyan herkesin organizasyona, korkudan iki katı prim ödemesini sağlayacaktı. Ama mesele farklı görünüyordu ve en akıllıcası konuya yasal yollardan yaklaşmaktı.
Organizasyon, kulis arkasından çalışıp, Walsh’ın tutuklanmasını sağlardı. Haber ajansları, kamuoyunun ilgisini çekmek için olayı abartırlardı. Manşetleri şimdiden görebiliyordu: “Restoran sahibi kendini kaybetti - İş adamı vahşice katledildi.”
Davası görülürken, belki bir şeyler ortaya çıkabilirdi. Bu arada da iyi bir reklam olurdu. Polisin dikkatli olması tarafsızları rahatlatıyor, belediye başkanıyla, polis şefinin prestijini arttırıyordu.
Brinker’in aklına bir kurt düştü. Walsh’ın tipinde kaç tane direnen vardı şu an listelerde? Otuzaltı kişi olduğunu gördü dehşetle.
Ödemeleri geciken kaç kişi vardı?
Bunun cevabı, derinden sarsılmasına neden oldu. Doksanaltı! Doksanaltı kişi haraç paralarını ödemede geri kalmış, primlerini yatırmamışlardı.
Daha önce bu sayının hiç böyle bir örneği olmamıştı. Ürkütücü bir miktardı. Şansına herkes Maynard’la meşguldü. Böyle şeyler insanın küçük parçalara ayrılıp, nehre atılmasına neden olurdu.
İçgüdüsel olarak, başka bir bölgeyi aradı.
Oyalama taktiği, sık sık öksürme ve sohbet açma çabasıyla karşılaştı.
Sonunda Brinker meslektaşını köşeye sıkıştırdı.
“Tam rakkam istiyorum Muldoon, yoksa...”
Uzun bir sessizlikten sonra, “Yüzbeş kişi.” dedi Muldoon zar zor duyulabilecek bir sesle.
“Bu işi Pazartesi gününe kadar halledin.” Brinker, görüşmeyi bitirdi ve kara kara önüne baktı. Bir yerde bir şeyler çok kötü biçimde ters gidiyordu. Her şey yerinden oynamıştı. Maynard, Walsh -belki de yaşlanıyordu. Ama daha çok aşırı çalışma temposundan olabilirdi. Tatil yapmak iyi gelebilirdi, bir süre için. Henüz keşfettikleri yeni gezegen iyi görünüyordu, hem de çok iyi.
Kendini toparladı. Granton’u aramalı ve işi gevşetmemelerini sağlamalıydı.

Avcılar her türlü yola başvuruyorlardı. Pazarlamacılar ordusu halinde kapı kapı dolaşırken, önleri sıra, becerikli adamlar detektörle kapılara yaklaşıyordu. Ellerindeki cihazlarla girişleri dinliyor, evlerin içindeki insanların konuşmalarını kaydedip, seslerini, arananın ses tonuyla kıyaslıyorlardı.
“Bu bina.” Öncü casuslardan biri soluk soluğa koşarak geldi. “Otuzyedi numaralı daire, onaltıncı kat.”
“Haydi, gidip yakalayalım onları.”
“Bekleyin. Orada Maynard, tanımadığım bir kadın ve bir emniyet görevlisi var.”
“Emniyet görevlisi!... Kim?”
“Bu aygıtın verdiği bilgiye göre Reed, diye biri.”
“Ah, Reed, tanıyorum onu, sıkı adamdır. Trueman, hemen Maynard’ın üstündeki daireye geçin. Oraya varır varmaz el sallayın. Smeen, herkesi toparlayın ve karşısındaki binada mevzilenin. Trueman, el sallayınca bir alttaki pencereye konsantre olun. Lenski, her tarafa haber verin, Maynard’ı kıstırdığımızı söyleyin ve adresi bildirin -ve evet, Brinker’i de haberdar edin.”

Reed, birden huzursuz bir uykudan uyandı, yataktan kalkmaya çalıştı ve yatağa kelepçelenmiş olduğunu fark etti.
“Maynard! - Pete! - Uyanın!” Umutsuzca elini kurtarmaya çalıştı. “Uyansanıza!”
“Ne oldu?” Maynard, dağınık saçlarıyla kapıda göründü.
“Etrafımızı sarmışlar.” Yine elini kurtarmaya çalıştı. “Beni burada yatar vaziyette bırakmayacaksınız, değil mi?”
“Sakin olun. Nerden biliyorsunuz?”
“Bunu biliyorum.” Reed, içinde bir soğukluğun yükseldiğini hissetti. “Ben... ben bunu rüyamda gördüm.” Hışımla doğruldu. “Pencerelere silah doğrultmuşlar, kapana kısıldık.”
Maynard, halden anlarcasına başını salladı.
“Biliyorum, bir dakika.” Reed’in kelepçeli elini çözdü. “Buna gerek yok ama sizi burada terletmek haksızlık olur.”
“Otomatik tabancam...”
“Onu almaya zamanımız yok, üzgünüm. Onlardan dört kişi kapıya gelmek üzere.”
Hızlı adımlarla yan odaya geçti ve Reed’in şaşkınlığına sadece kadının elini tuttu. Birbirleriyle konuşmuyor, öylece elele duruyorlardı. Tıpkı iki sevgili gibi. Kısa bir an için birbirlerine baktılar ve yeniden değişim geçiriyormuş gibi görünmeye başladılar ve yine oda birden ışıdı.
“Ne yapmayı düşünüyorsunuz, orada öyle dikilecek misiniz?” O anda hayranlık duyamayacak kadar gergindi.

Dışarıda dört adam, dikkatli ve telaşsız, başlarında Vivalci, bir adım önde olmak üzere kapıya yaklaşıyordu.
Kapıya varmadan, küçük ama ağır bir kutu açtı. İçinden uzun namlulu bir silah çıkardı. Herhangi bir cihaz şimdi alarm verecek olsa yapılacak bir şey yoktu. Gerçi emniyet teşkilatı bu aşamadan sonra müdahalede bulunmaya cesaret edemezdi, elindekinin bir ‘kızartıcı’ olduğunu tespit etselerdi bile.
Vivalci, fazla duyguları olmayan ve kendini çok ender olarak aklıselime davet eden, sığ ve ölü bir anlayışa sahipti. Bazen, özellikle vahşice ya da başarıyla işlediği bir cinayetten tatmin olur ama asla bunun üzerinde düşünmezdi. Öldürmek için para alıyor ve işini temiz yaptığını biliyordu. Hizmetleri karşılığında aldığı ücret de çok iyiydi. Öldürmek eşyanın tabiatına aykırı değildi. İnsanlar bunun için saygı gösteriyorlardı ama bu noktadan öteye, mesleği için herhangi bir düşünce sarf etmiyordu.
Silahı elinde tartıp, için için sırıttı ve hızlı hareketlerle adamlarını kapının etrafında uygun konumlara dağıttı.
Durum onların lehine görünüyordu. Neredeyse fazlaca kolay olacaktı, üstelik tamamen hazırlıksız yakalama avantajına sahiptiler.
Birden huzursuz edici bir düşünce sokuldu aklına. Ya sürpriz olmayacaksa, ya Maynard’ın haberi varsa. İstediği görünümü alabilen bir adamın, başka kozları da olabilirdi. Mobilyalardan bir barikat kurmuş, arkasında kapının havaya uçurulmasını beklemediğini kim bilebilirdi.
Belki ‘kızartıcı’ hiç de uygun bir silah değildi. Tetiği çekmesiyle mavi beyaz enerji ışının çıkması arasında anlık bir süre vardı. Makineli tüfek daha hızlıydı. Maynard, kömürleşmeden önce, en az altı yerden delerdi postunu, bu da bir teselli teşkil etmezdi.
Belki doğruca kapının içinden ateş etmek daha akıllıca olurdu, -kapının malzemesi neydi acaba? Yapay ahşapsa, tamam, ama preslenmiş metal levhadan oluşuyorsa tehlikeli olabilirdi.
Bu kadar yakın bir mesafeden ateş etmesi halinde, güçlü bir geri tepme ve beyaz kıvılcımlardan oluşan kızgın bir duman bulutunu hesaba katması gerekecekti.
Yardımcılarından biri yanına geldi.
“Destek isteyelim mi?” Onun da huzursuz bir hali vardı.
“Hmm, evet isteyin. Saunders ile Goss’u yukarı getirin. Kapının havaya uçurulmasını istiyorum, globülleri getirsinler.”
Birkaç dakika sonra yukarı gelen Goss, işi yapmaya istekli görünmüyordu.
“Globül için biraz riskli bir yer burası.”
“Siz patlayıcı uzmanısınız, öyle değil mi?”
“Elbette. Bu yüzden söylüyorum ya riskli olduğunu. Garip bir koridor burası, patlama çok tehlikeli bir etki yapabilir ve bütün çatı tepemize yıkılabilir.” İşaret parmağıyla bir yeri gösterdi. “Anti-çekim menfezi tesisatı. Eğer biz aşağı inerken yarı yolda devre dışı kalırsa, taş gibi düşeriz.”
Vivalci’nin ince dudakları gerildi.
“Size hecelemem mi gerek Goss? Ateşleyiciyi ayarlayın ve yerleştirin şu zımbırtıyı kapıya.”
“Patron sizsiniz ama bu iş hiç hoşuma gitmiyor, söyleyim size.”
“Ve ben de size başlayın diyorum, bütün gün vaktimiz yok.”
“Peki.” Goss, küçük siyah çantasını açtı, içinden bir mikro-monokl çıkardı ve dikkatlice gözüne yerleştirdi. Bir sonraki aleti, neredeyse görünmeyecek kadar ufak başlıklı bir toprnavidaydı. “Bu şeyi ayarlamak gerekiyor, pimli değil, kurmalı bir ateşleyicisi var. Acayip dikkatli olmak gerekiyor...”
Görünüşe göre Goss, kendi kendine konuşuyordu ve Vivalci dehşetle, tornavidayı kullanan elinin titrediğini fark etti.
“Sakin sakin, o kadar acelemiz yok.”
Goss’un alnında ter belirmeye başladı.
“Sessiz olun! Görmüyor musu - Aman tanrım, nerde bu? Onu düşürdüm!.” Yüzü bembeyaz oldu. “Onu on dakikaya ayarlamıştım, nereye kayboldu?”
Kimse cevap vermedi. Herkes panik içersinde kaçmaya başladı. Hiç kimsenin, on dakika sonra patlayacak olan, mercimek büyüklüğündeki siyah bir cismi aramaya niyeti yoktu. Goss, ellerini ümitsizce kalın yolluğun üzerinde gezdirdi. Boşuna aradığını biliyordu. Her yerde olabilirdi, burdan bir an evvel çıkmalıydı.
Çantasını kaptığı gibi fırladı. Ucu ucuna kurtulabilirdi.
Diğerlerinden nerdeyse bir dakika sonra soluk soluğa caddeye indi.
“Sizi beceriksiz!” Vivalci’nin dudak kenarlarından salyalar akıyordu. “Hemen şurada gebertebilirim sizi.”
“Hayır - hayır!” Goss’un sesi tiz çıkıyordu. “O orada, koridorda bir yerde, patlayacak, emin olun, patlayacak.”
“Patlasa iyi olur.” Vivalci, yukarı onaltıncı kata baktı. “Kendi iyiliğiniz için arkadaş.”
“Patlayacak, patlayacak, biraz sabır.”
“Umarım.” Vivalci’nin midesinde bir şeyler, alışkın olmadığı bir biçimde pır pır ediyordu.
“Altmış saniye!” Goss’un anonsu adeta dua gibi çıkıyordu ağzından. “Ellibeş saniye.” Diğerleri de yanlarına gelmiş, ya saatlerine ya da yukarı bakıyorlardı.
Patlamak zorunda, dedi kendi kendine, yoksa içlerinden biri beni öldürecek ve burada en az yüz adam daha var. Yirmibeş saniye, yirmidört, yirmiüç...
Ve... patladı.
Önüne çıkan her şeyi eritip yok eden ateşten bir duvar, caddeyi neredeyse apartman sitesi boyunca insanlardan temizledi ve ardında, için için yanan sığ bir krater bıraktı. Adamlardan geriye hiçbir şey kalmamıştı ama bu gangster takımının arkasından yas tutulacağı şüpheliydi.
Kimse araştırmayacak ve akla yatkın sonuçları çıkarmayacaktı. Goss, olağan dışı telaşı içersinde kurulmuş globül bombayı siyah çantasına atmış ve beraberinde caddeye indirmişti. Çantada, aletlerinin yanı sıra üç bomba daha bulunuyordu.
Bu olay, etraftaki binaların içinde mevzilenmiş adamların üzerinde muazzam bir darbe etkisi yapmıştı. Saatler boyunca anlaşılmaz bir huzursuzluk hissetmiş, nedenini bilmedikleri gecikme yüzünden sinirleri gerilmişti. Şimdi de bu facia! Moralleri alt üst oldu.
Panik yoktu, sadece geri çekiliyorlardı. Birer ikişer, açıklama yapmadan, bahane aramadan. Her birinin, diğerinin de olabildiğince çabuk uzaklaşmak istediğini kabul ettiği sessiz bir çekilişti.
Adamlar kaçarken, vazgeçmeye niyeti olmayan birkaç takım liderinin cesetleri üzerinden atladılar. Bazıları üstlerine basıp geçtiler.
Binaları arkalarında bıraktıklarında, herkes olayın kendisine ait versiyonunu yaymaya, kendilerine göre yorum yapmaya başladı.
“Maynard’ın bir süper silahı var, en az yüzelli adamımızı öldürmüş olmalı...”
“Sadece bir alev ve bam!... Geriye bir şey kalmadı...”
“Ben mi? Ben ayrılıyorum. Burada olanlardan daha kötüsünü organizasyon da yapamaz. Bildiğim kadarıyla cesetler üst üste yığılmış vaziyette. Maynard dışarı çıkıp, hepimizi yok etmeden kaybolacağım.”
Granton’dan çıkış ilkin yavaş başladı, sonra panik halinde ani bir kaçışa dönüştü. Kenar semtlerde, alelacele gönderilen katı yürekli gangster grupları, demoralize olmuş düşman ajanlarıyla karşılaşınca, devam eden çatışmalar meydana geldi.
Adamlar, buldukları ulaşım araçları için, barbarca dövüş yapıyor, paniğe kapılmış sürücüler, silah zoruyla kendilerine yol açmaya çalışırken zincirleme kazalara neden oluyorlardı.

Brinker, bürosunda parfümlü büyük bir mendille yüzünü siliyordu. Geçen iki saat içersinde gelen ve birbiriyle çelişen yüzlerce rapor içinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu.
Üç nokta bariz bir biçimde ortadaydı. Birincisi: Maynard herhangi bir süper silaha sahipti ve onu kullanmıştı. İkincisi: Adamları kitleler halinde ve talimat verilmeden geri çekiliyorlardı. Üçüncüsü: Bu raund Maynard’ındı ve o bunu kolayca almıştı. Binlerce ölü hakkındaki rapor muhtemelen abartılmıştı ama sürekli artan tasdiklenmiş ölü sayısı, göz ardı edilemeyecek kadar endişe vericiydi ve bu sayı yüzelliyi çoktan geçmişti.
Brinker, mendiliyle defalarca boynunu sildi. Buraya kadar. Yüzelli adet ölü sayısı ve hala serbest dolaşan bir Maynard söz konusu olduğunda organizasyon, verdiği ondört günlük süreyi dikkate almayacaktı. Şansı varsa daha öndört saati olabilirdi.
Bu iş, tam da başka her şey yolunda giderken başına gelmeliydi, diye düşündü kızgınlıkla. İki yeni dünya daha bulunmuştu. İkisi de mükemmel gezegenlerdi ve bu hikaye olmasaydı, onlardan birinde yöneticilik talep edebilecekti. Maynard’ı ortadan kaldırmayı başarsaydı, yöneticiliği mutlaka alırdı.
Devasa kabın içindeki ikinci teslimat güllere baktı kara kara. Daha bir saat olmamıştı geleli ama yaprakları solmaya başlamıştı.
Organizasyon, onun için şatafatlı cenaze törenlerinden birini düzenlemeyecekti. Ölmek uzun sürecek ve kendisinden arta kalanlar ilk çöp borusuna atılacaktı.
Yeniden mendiliyle ensesini sildi. Keşke bir kaçış yolu olsaydı, ama sığınabileceği hiçbir yer yoktu. Şimdi kaçmak, ömrünü üç gün uzatabilirdi belki. Büyük bir gerilim ve korku içersinde geçecek ve sonunda yakalndığı zaman, sinirlerinin harap bir halde olacağı üç gün.
Bakışları, yeni bulunan gezegenlerden birinin koordinatlarına ilişti ve kafasında bir planın temelleri oluşmaya başladı. Başlangıçta ümitsiz bir plandı, ancak fikir şekillendikçe, içine düştüğü dehşet duygusu biraz olsun hafifledi. Eğlenceli olmayacaktı, belki de oldukça zahmetli olacaktı, ama en azından hayatta kalacaktı. Onu bulmaları sonsuz uzun zaman alacaktı, tabi bulabilirlerse. Tehdit ve sorumlulukların korkunç yükü olmadan, burada olabileceğinden daha uzun bir ömür yaşaması mümkündü.
Hemen harekete geçmeliydi. Bir karar verildiğinde buna göre davranılmalıydı, yanlış veya doğru. Tereddütlerle değil, kararlılığı sayesinde bölge şefi olmuştu.
Bir tuşa bastı.
“Kredi miktarı lütfen.” Yatırım miktarlarını araştırıp toparlamaya çalışmanın manası yoktu, buna vakti kalmamıştı. Ona lazım olan nakit rezervleriydi.
“Beşyüzdoksanaltıbin yediyüzseksendört nokta yirmisekiz.” Olduğunu öğrendi.
Yeniden terlemeye başladı. Bu miktar planları için yetmezdi. Birden aklına, cüretkarlığından çok harikulade basitliğiyle ürperten bir fikir geldi. Neden organizasyonun imkanlarından yararlanmasındı?
Bir zamanlar yüksek miktarlarda para çekmek için en az üç imza gerekiyordu ama bu durum artık geçerli değildi. Organizasyon, istediği kişiyi birkaç saat içinde yakalayabilecek durumda olduğu için büyük miktarlarla kaçma zahmetine değmezdi. Dolandırıcı yakalanır ve çaldığı paradan bir şey harcayamadan öldürülürdü.
Yeniden bir tuşa bastı.
“Toplam servet?”
“Şube?”
“R 42.”
“Yedimilyon dörtyüzyirmidörtbin dokuzyüzoniki. Tahviller...”
Bağlantıyı kapattı. Kendisine boş çek verilmişti ve kasada ihtiyaç duyduğu şeyleri almasına yetecek bir meblağ vardı. Böyle bir şey yapmaya niyeti yoktu, yalnızca insanları ve bir süre için onların suskunluğunu satın almayı düşünüyordu. Böyle bir miktarla hemen her şey satın alınabilirdi ve kurtulmak için gerektiğince uzun bir süre satın alacaktı.
Güney Amerika’nın ücra bir bölgesinde, organizasyonun dışında hiç kimsenin bilmediği bir uzay gemisi mevcuttu. Çoğunlukla kaçakçılık işleri ve bazen, başka bir gezegene gitmek için, emniyet teşkilatı tarafından denetlenen madde göndericisini kullanmak istemeyen bölge şeflerinin ulaşımı için kullanılırdı. Brinker, organizasyondan yalnızca yüksek bir meblağ almakla kalmayıp, ikiyüzmilyon değerinde bir yıldızlar arası uzay gemisini de yürütmek niyetindeydi.

-o0o-

Bölüm VII

Reed, otelde gergin bir halde iskemlenin kenarına ilişmiş, geçmiş saatlerde olan biteni anlamaya çalışıyordu.
Patlamayı görmüştü. Polis ve emniyet teşkilatının raporlarını dinlemiş, çelişkili de olsa, gelen sayısız bildirilerden olaylar hakkında fikir edinmişti.
Düşmana saygı duymuyordu ama acımasız fonksiyonel becerileri hakkında da şüpheleri yoktu. Onları kapana kıstıranların yüzde doksanı öylesine soğuk kanlı uzmanlaşmış katillerdi ki, onlara ancak organik robot gözüyle bakılabilirdi. Vicdanı ya da tereddütü olmayan savaş robotları. Bir kimse öldür dediğinde öldürürlerdi. Düşünülerek yapılan bir eylem değil, beyinsiz bir kuklanın, bir makinenin reaksiyonuydu.
Ve bu duygusuz katiller, anlaşılmayan nedenlerle sinirlerini kaybetmiş ve panik halinde kaçmışlardı.
Lia’ya baktı -tanrım ne kadar güzeldi! İlk karşılaşmalarında onu daha ziyade yüzüne bakılmaz bulmuş olması ne garipti.
“Bunu siz yaptınız, siz ve Pete. Nasıl? Bunu bilmek zorundayım.”
Yumuşak bir gülümsemeyle baktı -hatta biraz anne şefkati mi vardı gülümsemesinde?
“Birazcık anlatabilirim. Siz de algılamaya başladınız zaten. Adamlar geldiği zaman içlerinde kuşku uyandırdık. Projeksiyon yapıyoruz, anlıyor musunuz? Bunun hipnotik olduğunu düşünüyoruz. Adamlar kendilerinden emin, arogan ve işin üstesinden gelebilecekleri konusunda rahattılar ama biz onların beyinlerine ihtimaller soktuk. Bu prosedür işlemeye başladığı zaman tereddüte düşüp, kararlılıklarını kaybettiler. Tereddütün endişeye, endişenin de nevroza dönüşmesi bir an meselesiydi. Patlama, şans eseri meydana geldi, bizim tarafımızdan tasarlanmış değildi, her ne kadar böyle bir şey er ya da geç beklenecek olsa da.”
Biraz ürperdi.
“Peki benim üzerimde neden etki etmedi?”
“Sizin üzerinizde mi?”güldü, “Nasıl etki etsin ki? Siz de bizdensiniz.”
Çaba göstermeden kızgın bir surat yapmamayı başardı. Bu kadar güzel ama buna rağmen yumuşak başlı olan bir kadına sinirli bir şekilde bakmak zordu. Onu seviyor muyum? Diye düşündü ama hemen anladı ki durum öyle değildi. Onun güzelliği, insanı etkisi altına alan sıcak bir şeydi. İnsan bundan etkileniyordu çünki o bir güzellikti, tıpkı güzel bir müzikten ya da doğal tabiat parklarındaki manzaraların güzelliğinden etkilendiği gibi.
“Neyden bahsettiğinizi bir bilseydim,” dedi.
Olağanüstü güzel, koyu renk gözleriyle baktı ve Reed yeniden onun iç huzuru ve güven duygusundan etkilendiğini hissetti.
“Çok yakında siz de öğreneceksiniz ama bunun içerden gelmesi gerekiyor. Kelimelerle anlatılamaz.”
Hala bir şey anlamadığı halde başını salladı ama artık huzursuzluğu azalmıştı.
Maynard, elektra-duş kabininden çıktı ve muzip bir gülümsemeyle Reed’e baktı.
“Küçük bir gezintiye ne dersiniz? Artık güvenle dışarı çıkabiliriz.”
Reed, utanmış gibi omuz silkti.
“Aslında sizi tutuklayıp geri götürmem gerekiyordu.”
“Ama size bir süre verilmedi, öyle değil mi?” Öylesine akıllıca sorulmuştu ki, Reed dürüstçe cevap vermek zorunda hissetti.
“Hmm, hayır - hayır, belirli bir süre verilmemişti bana.”
“İyi, o zaman bir problem yok herhalde?”
“Bu konuda anlaşabiliriz, biliyor musunuz?” Reed, mantıklı bir neden bulmak için çabalıyordu ama bir türlü bulamamak dehşete düşürüyordu. Aciliyet, birden ve bir şekilde ortadan kalkmıştı, öğrenilecek, tecrübe edilecek o kadar çok şey vardı ki. Ve birden neyi aradığını neyi öğrenmek istediğini bile bilmediğini fark etti şaşkınlıkla. Bu yalnızca bir histi, mantıklı bir neden yoktu.

Sokakta makineler, bir önceki gecenin yaralarını kapatmakla meşguldü. Enkaz, moloz ve döküntüleri süpürüp yutuyorlardı. Hurdaya dönmüş araçlar, çekiciler tarafından götürülüyordu. Çok az polis vardı. Daha çok mekanik gözcüler iş başındaydı, trafiği idare ediyor, yayaları çukurlara düşmemeleri için ve diğer ufak tefek tehlikelere karşı uyarıyorlardı.
İki adam, yavaş yavaş cadde boyunca yürüyordu, ancak Reed’in sakin görüntüsü zorakiydi. Herkes tarafından aranan bir adamla dolaşmak eğlenceli sayılmazdı.
Düşmanın bu arada ‘ölü ya da diri’ primini akıl almaz miktarlara yükseltmiş olabileceğine hiç şüphe yoktu. Şanslı katil için beş milyonluk ödül bekleyebileceğinin en azıydı.
Pencerelerde hala, yüksekten caddeleri tarayan kimlik teşhis detektörleri olmalıydı. Mutlaka birkaç tane sarsılmaz, para düşkünü gangster, Maynard’ı vurmak için geride kalmış, fırsat kolluyor olabilirdi. Şans eseri bir isabet ve orta boy bir şehri ya da yeni bulunan gezegenlerden bir kıta satın alacak kadar paraları olacaktı.
Reed, sakince yürümek için tüm iradesini zorluyordu ama bir eli ceketinin cebindeki otomatik tabancanın kabzasını sımsıkı kavramış haldeydi.
Devasa bir yapının hakim olduğu geniş bir meydana geldiler.
“Şehrin tıp merkezi,” dedi Maynard, üzgün üzgün başını sallayarak. “Eminim geçen gece burada işler başlarından aşkındı.”
İki tane adam merdivenlerden aşağı iniyordu. Birinin yüzü acıyla gerilmiş topallıyordu, diğerininse sol şakağına yara bandı yapıştırılmıştı.
Reed, ansızın düşman ajanları olduğunu fark edebilmenin şokuna girdi. Daha da kötüsü, bunu nasıl anladığını biliyordu.
Adamlar, açıkça görünen yaralanmalara rağmen kusursuz giyimliydiler ama üzerlerinde şüphe götürmez bir ‘hayvan’ damgası vardı.
Reed, tanımlayamıyordu, gerçekten gördüğü bir şey değildi. Yine de kendisinden istense, kelimelerle tarif edebilecekti. İnsan kılığına girmiş hayvanlar gibi görünüyorlardı. Aslında belirli bir hayvana benzemiyorlardı, aslan, kaplan ya da çakal gibi görünümleri yoktu. Üzerlerinde bir yaratık havası, değişik türlerden birleştirilmiş bir hayvan imajı vardı. Kıvrık uzun tırnaklar, pençeler, kırbaç gibi savrulan kuyruk izlenimi öyle güçlüydü ki, sanki dokunup hissedilebilirdi.
Dikkat çekmeden tabancasını kabından çıkardı.
“Hayır.” Maynard’ın eli dirseğini kavradı.
“Ama onlar...” Dikkat çekmeden kolunu kurtarmaya çalışıyordu.
“Hayır dedim. Ben de sizin kadar iyi biliyorum onların kim olduğunu, belki sizden de iyi - şimdi dikkat edin.”
Yana döndü ve adamlarla karşılaşmak için geniş basamaklardan yukarı çıkmağa başladı.
Reed küfretti. Maynard hedefi kapatıyordu, çatışma başladığında...
Adamlardan biri kafasını kaldırdı ve olduğu yere çakılmış gibi kala kaldı. Maynard’ı hemen tanıdığı besbelliydi ama silahına sarılmak için en ufak bir harekette bulunmadı. Bunun yerine kötü bir niyeti olmadığını göstermek ister gibi kollarını gövdesinden uzaklaştırdı. Yanındaki adam da aynı şekilde davrandı, her ikisinin de kan suratlarından çekilmişti.
Reed, kısa bir an için ve ürpererek karşısında korkudan çömelmiş, karınları yere değen kurbağa izlenimleri algıladı. Onu yutmayı çok isterlerdi ama bunun için fazlasıyla korkuyorlardı.
“Ben Maynard’ım.” Kelimeler net bir şekilde Reed’in kulağına ulaştı.
“Siz - bu ne güzel rastlantı! Nasılsınız Bay Maynard - tanıştığımıza çok memnun oldum.” Kelimeler titrek ve dalkavukça bir yapmacıklıkla çıkıyordu.
“Beni arıyormuşsunuz, duyduğuma göre.”
“Yo hayır - hayır.” Aşırı vurgulanmıştı. “Bunda tamamen yanılıyorsunuz, gerçekten.” İki adam da geriye çekilirken nefes almakta zorlanıyormuş gibi, parmaklarıyla gömlek yakalarını çekiştiriyorlardı. “Dünkü hikayeyle bir alakamız olduğunu düşünüyorsanız, kesinlikle yanılıyorsunuz. Biz tamamen sizin tarafınızdaydık, sizin arkanızdayız.” Küçük ama belirgin adımlarla geri çekilirken arada bir tökezliyorlardı. “Ciddiyiz Bay Maynard, size karşı bir kötü niyetimiz yok, hem de hiç. Bakın, iyi niyetimizi göstermek için...” Silahlarını yavaşça basamakların üzerine bıraktılar ve geri geri gitmeye devam ettiler. “İçiniz rahat olsun, biz sizin dostunuzuz - bir şeye - ihtiyacınız olursa - her zaman - bizden - yardım isteyebilirsiniz.” Birden dönüp kaçmaya başladılar.
Maynard, acele etmeden Reed’in yanına döndü.
“Gördünüz, tabancaya hiç gerek olmadı.”
“Tamam tamam, bir şeyler projekte ettiniz.” Reed, birden yine asabileşmişti.
“Tam tersi, sadece üzerlerine doğru yürüdüm.”
“Dediğiniz gibi olsun. Zaman içersinde bana da bir vahiy gelecektir herhalde - tabi o zamana kadar aklımı kaçırmazsam.”
Maynard, muzip bir şekilde ama anlayışla gülümsedi.
“Bence gayet iyi gidiyorsunuz,” diye belirtti, “Düşmanı artık siz de tanıyabiliyorsunuz.”
Bu sözler aklını başına getirdi.
“Üzgünüm bu olay beni sarstı ve evet, gerçekten de hayvana benziyorlar.”
“Evet.” Maynard başını salladı ve konuyu değiştirdi. “İtiraf etmeliyim ki, bu küçük gezintiyle sizi biraz oyalamak istedim. Sizi bir süre alıkoymamızın nedeni de buydu, zaman kazanmak için. Açık söylemek gerekirse, sizin göreviniz beni tutuklayıp geri götürmek, ama şu anda bunu yapmak istemediğinizi sanıyorum.”
“Evet, istemiyorum!” Reed sinirlendi. “Ama neden?”
Maynard gülümsedi.
“Kendiniz söylediniz bir süre verilmediğini ve daha öğrenilecek çok şey var. Yaklaşık bir hafta sonra sizin için bir önemi kalmayacak. Sandling için de bir önemi kalmayacak, hiç kimse için, çünkü artık herkes biliyor olacak...”

Brinker, ayak basar basmaz etkilenmişti bu gezegenden. Güçlü bir toprak kokusu vardı ve rüzgar taze hava getiriyor, güneşin sıcaklığını hafifletiyordu.
Dağ gibi yığılan erzakı boşaltmakta olan adamları seyretti memnun bir ifadeyle. Hiçbir şeyi eksik olmayacaktı. Kalacağı yeri de çok iyi seçmişti. Arkasında karanlık kayalar, devasa yüksekliklere tırmanıyor, önünde mavimsi otlar hafif bir meyille, pırıltılı, küçük bir nehre uzanıyordu.
Nehrin diğer tarafında, birkaç yüz metre ileride, ufka kadar uzanan bir ormanın ilk ağaçları yükseliyordu. Sıcağın etkisiyle oluşan buğularla peçe gibi sarmalanmış harika bir ormandı. Mavimsi yapraklar sıcağa rağmen sallanıp güneş ışığında pırıltılar saçıyordu.
Erzak, alet edevat, silahlar, iş robotları ve çeşitli uyarı aletleri boşaltıldı gemiden. Bunların yanı sıra doğal yaşam süresini yirmiyıl aşacak olsa bile, lüks bir hayat sürmesine yetecek kadar gıda, konserveler ve seçkin yemekler getirilmişti. İçin için sırıttı. Organizasyon köpürecekti - her şeyin parasını onlar ödemişti.
İş robotları sağlam kayaları delecek, konforlu, güvenli, aydınlık ve daha sonra tam klimatize edilmiş odalar çıkaracaktı. Topraktan halı ve goblen dokumak üzere gerekli kimyasal maddeleri çekeceklerdi. Krallar gibi yaşamayı düşünüyordu. Evet, çok yalnız olacaktı ama bu hayatı başka kimseyle paylaşmak istemiyordu ve yalnızken daha güvende olurdu. Burada kendini hiç kimseye karşı savunmak zorunda değildi. Kimseyle kavga etmesine ya da öldürmekle tehdit etmesine de gerek yoktu.
“Her şeyi boşalttık patron.”
“Çok iyi - işte alın.” Adamın eline bir tomar para bıraktı. “Sizin için ekstra prim, onbin, böylece her şey daha kolay unutulur, değil mi?”
“Ah, teşekkür ederiz Bay Brinker, çok teşekkürler - ve iyi şanslar efendim.”
Birkaç saniye sonra arkalarından kapak kapandı ve geri tepme levhaları vızıldamaya başladı. Yerle uzay gemisinin gövdesi arasında röpülsiyon enerjisinden oluşan bir yastık meydana geldi, ve onları birbirinden uzaklaştırmaya başladı. Reaktör boruları ateşlendi ve uzay gemisi yükseldi.
Brinker, kutulardan birinin üzerine oturdu ve yükseldikçe küçülen geminin arkasından baktı. Gülümsedi. Kendinden memnun, rahat ve bilgiç bir gülümsemeydi. Için için dalga geçerek adamın sözlerini taklit ediyordu: ‘Ah teşekkür ederiz, Bay Brinker, çok teşekkürler.’ Şapşal,.. yağcı, yalaka gerizekalı. İnsanları çok iyi tanıması ve kimseye güvenmemesi onun için büyük şansdı. Salak herif, ondan iki milyon almış ve sanki önemsiz bir bahşişmiş gibi bir onbin daha cukkalamıştı. Hiç şüphe yok ki, iyi bir hikaye düşünecekti, Organizasyonu dahi kandıracak iyi bir hikaye. O ve mürettebatı silah zoruyla itaate mecbur edilmiş olacaklardı. Mürettebatı arkasında duracaktı, çünki onların da kelleleri tehlikedeydi. Ayrıca muazzam rüşvetten onlar da paylarını alacaklardı. Herşeyden önce gezegen koordinatlarını ve geminin iniş noktasını biliyorlardı, bu da hikayelerine inanırlık katacaktı.
Brinker gülümseyerek, uzay gemisinin önce bir el, sonra parmak, sonrada minik siyah bir nokta boyutuna büzülüşünü izledi.
Ancak ondan sonra cebindeki küçük bir aletin düğmesine bastı.
Gökyüzündeki minik siyah nokta, artık nokta değildi. Ufak bir kıvılcımdan, kan kırmızısı alev topuna dönüştü, sonra yeşil gökyüzünde izler bırakan, siyah bir bulut kümesi halinde yayılarak dağıldı.

Sandling, emniyat teşkilatının binasında, İrlanda usulü kafa karışıklığı dediği bir şeyden muzdaripdi. Endişeleniyor olması gerekirken, endişelenmiyor oluşu, onu tedirgin ediyordu. Yüzyıllardan beri gelen en kaygı verici ve çelişkili haberlere rağmen kendini gayet rahat ve sakin hissetmekteydi.
Maynard ve Reed için endişeleniyor olması gerekirdi ama endişelenmiyordu ve biliyordu ki, endişelenmeliydi…
Düşmanın, Granton’daki feci yenilgisinden dolayı zafer çığlıkları atıyor olması gerekirken, hafif bir tatmin hissinden başka bir şey duymuyordu. Çatışmaların gelgitleri artık önemsiz bir yan mesele haline gelmişti, çok daha mühim konular dikkate alınmalıydı – ama sorun da oradaydı, o konuların ne olduğunu kafasında şekillendiremiyordu. Sanki, üzerinde düşünmesi gerekecek olan meseleleri beklemekle meşguldü ve bu da ona çok anlamlı gelmiyordu.
Tüm dünyanın ve kendisinin de değişmekte olduğuna dair bir his vardı içinde, ama değişikliğin nerede oluştuğunu algılayamıyordu.
Gariptir ki, düşman ona bunu söyleyebilirdi ya da nedenini olmasa da en azından sonuçlarını bildirebilirdi; tek bir kelimeyle: İsyan
Bir kitle ayaklanması söz konusu değildi, sağa sola zarar vererek sokakları dolduran bir güruh yoktu. Söz konusu olan, bireylerin sömürüye karşı isyanıydı ve işin korkunç yanı da başarılı olmalarıydı.
Yıllarca boyun eğerek haraç ödeyen insanlar, birdenbire başkaldırıp bundan sonra ödeme yapmayı rededer olmuşlardı.
Bu insanlara dayakçı komandoları gönderildiğinde ise, hiç beklenmedik bir direnişle karşı karşıya kalıyorlardı. Ya silahlar ortaya çıkıyor ya da isyancılar yakın komşularıyla savunma hücreleri oluşturuyorlardı ve infaz birlikleri kendilerini azınlık konumunda buluyorlardı. Büyük çoğunluğu feci bir biçimde tartaklanmıştı.
Bir hafta içinde gelirler yüzde onsekiz oranında azaldı. Bölge patronları dehşete düştüler.
“Bunlara hiç unutamayacakları bir ders vermek gerek.”
Bu ders, üç sakatlama, bir de vahşice işlenmiş bir cinayet şeklinde gerçekleşti, ancak cellatlar bunu yedi kat büyük bir bedelle ödediler. İnsanlar, ne zaman geleceklerini biliyor gibiydiler ve daha içeriye adımlarını atar atmaz tanınıyorlardı. Daha da kötüsü, isyancılar, her şeyden fazlasıyla ayrıntılı bir biçimde haberdar gibiydiler.
“Bu, siz iki sıçan için de, size destek atan o rüşvetçi polis için de geçerli!”
Resmi binaların üzerinde yazılar belirmeye başlamıştı: “Belediye Başkanı Dolandırıyor” – “Polis Müdürü Rüşvet Yiyor” Böyle sloganlar gittikçe artmaktaydı.
Yavaş yavaş görünüyordu ki, tarafsızların büyük bir bölümü, gerçek durum vaziyetin farkına varmaya başlamıştı.
Organize Suç’un, “Açıklanamayanlar” adıyla kodlandırdığı kimselerle karşı karşıya gelişi de, ilk kez bu döneme rastgeldi.
Lombard, seçkin mutfağıyla özel bir restoran işleten, kendi halinde, kırk yaşlarında bir adamdı. Konuklar Lombard’ın gastronomik sanatı için yüksek fiyatlar ödüyor ve buna değdiğini düşündükleri için tekrar tekrar geliyorlardı.
Yıllar boyunca Organizasyon, gelirinin yüzde yetmişine el koymuştu. Yıllar boyunca Lombard, yılgın bir çaresizlikle ödemeye devam etmişti ve her geçen yıl yüzündeki çizgiler daha da derinleşmişti.
Ama bir gün, başka bir çok insanla anlaşarak bu duruma başkaldırdı.
“Defolun ve buradan uzak durun!”
Alışılmış süreç başlatıldı. Dükkanda birkaç kavga olayı, iki küçük yangın, bir koku bombası ve bozuk yemek olayı yaşandı.
Lombard, ödeme yapmayı inatla reddediyordu. Ne yazık ki baskı yapmak için kullanılabilecek yakınları yoktu, dolayısıyla bizzat gözünü korkutmaktan başka yolu yoktu
Devam etmekte olan birçok ayaklanma yüzünden bölge patronu, pek arkadaş canlısı görünmeyen –ve sonradan ortadan kaldırılacak- üç adamını gönderdi.
İnat etmeye devam etmesi halinde öldürüldükten sonra bedeni parçalanıp, diğer insanlara uyarı olsun diye teşhir edilecekti.
İçeriye girdiklerinde Lombard, başını kaldırdı ve sakince baktı.
Elebaşıları Jerome, buna şaşırdı. Genelde yükselen korku duygusu, kaçış yolu bulmak için sağa sola kaçamak bakan gözler ve en son sancılı bir çaresizlik ifadesi görmeye alışıktı.
Lombard’ın yüzünde ne öfke, ne de korku vardı, öylece bakıyordu. Gözlerinden okunabilecek bir şey varsa o da tiksinti ve belirsiz bir acıma ifadesinden ibaretti.
“Siz, anlaşılan acı veren yöntemlerle ikna edilmeyi tercih ediyorsunuz.” Jerome, nahoş çıtırdamalar çıkararak, parmaklarını çekiyordu. Aynı anda beyninin bir köşesine, sinsice sokulan bir güvensizlik duygusu hissetmeye başladı.
“İkna edilmesi gereken sizsiniz.” Lombard’ın sesi şaşılacak derecede sakindi.
Ve tam o anda Jerome nefes almakta zorluk çekmeye başlarken, içinde olağanüstü bir dehşet duygusu yükseldi.
O sakin bakışlarda aniden, kelimelere dökülmemiş bir tehdit algıladı Jerome ve yavaşça geri çekilmeye başladı. Nefes alması gittikçe zorlaşırken, korkudan kendinden geçmek üzereydi.
Silahını kullanmak aklına bile gelmiyordu. Düşünebildiği tek şey onu tehdit eden olağanüstü dehşeti savuşturma ihtiyacıydı.
Onu sakinleştirmeliydi, merhamet dilenmeliydi, oyalamalıydı -bir şey yapmalıydı.
“Dinleyin Lombard,” dedi titreyen sesiyle, “galiba bir yanlışlık oldu – yanlış adres – benim hatam değil.” Aslında, -Tanrı aşkına, bana öyle bakmayın!- diye bağırmak istedi ama kelimeler ağzından çıkmıyordu bir türlü. “Çok üzgünüm, gerçekten.” Hızlı adımlarla geri geri kaçtı ve terin şakaklarından dökülüşünü hissetti. “Bir daha olmayacak.” Sesi gittikçe tizleşiyordu. “Size söz veriyorum, bir daha böyle bir şey olmayacak.“
Arkasını döndü ve kaçtı. Üçü birden aynı anda kapıya varınca çarpıştılar. Her biri diğerinden önce çıkabilmek için birbirleriyle itişiyorlardı.
Yaydan çıkmış gibi fırladılar kapıdan. Her biri dehşete kapılmış bir şekilde başka yönlere kaçıyordu.
Sandling, bundan ve buna benzer artık sıradan olaylar haline gelcek diğer olaylardan sonradan haberdar olacaktı.
Gizli yolu kullanarak, şehrin -başka bir isimle yaşadığı- bir semtine ulaştı ve dairesine çıktı.
“Gel ve şuna bir bak.” Karısı küçük bir hoşgeldin öpücüğü kondurdu yanağına.
“Ne oldu, nedir bu heyecan?”
“İnanmayacaksın,” elini tuttu ve odaya götürdü. “İşte!”
Baktı… bir kere daha baktı.
“Bunlar gerçek – inanılmaz! Ne yaptın?”
Karısı başını salladı.
“Hiçbir şey, kendiliğinden geldiler.”
İnanamayan gözlerle renk cümbüşüne bakakaldı. Karısı yıllarca saksı içinde çiçek yetiştirebilmek için çabalayıp durmuş, ama sonunda bu çabası işkenceye dönüşmüştü. Tek tük beliren filizler ya kendi kendine ölmüş ya da onları koparıp yiyen güvercinlere kurban düşmüşlerdi.
Ve şimdi –yavaşça başını salladı- şimdi bütün pencere saksısı dans eden çiçeklerle dolup taşıyor, rüzgarın içeri taşıdığı kokuları, tüm odayı dolduruyordu.
Bu hikayenin başka bir yerde, bambaşka bir yüzü olduğunu bilemezdi.
Yıldızlara göç furyası nüfus yoğunluğu problemini hafifletmiş, genişlemek için büyük alanların serbest kalmasını sağlamıştı. Yeni ….. Baronları – bölge patronları – bundan faydalanmış ve kendilerine devasa büyüklükte muteşem malikaneler yaptırmışlardı. Göller, şelaleler, yüzme havuzları, harikulade çimenlik alanlar geniş alanlar kaplıyordu, ancak şu son haftalarda malikanelerle ilgili bir şeyler olmuştu.
Adeta bir uzman ordusunun, mucize sınırına dayanan çabalarına rağmen, yemyeşil çim alanlar yavaş yavaş kahverengiye dönüşüyordu. Salkım söğütler dallarını suların üzerine daha derin sarkıtıyor, yapraklarını kaybediyorlardı. Bir gece içinde bütün çiçek tarhları, çiçeklerini döktüler. Güller sarmaşıklaşıp içiçe dolanırken, parmak büyüklüğünde eğri büğrü dikenler çıkarmaya başladılar.
Sandling bütün bunlardan haberdar olacaktı ama henüz zamanı gelmemişti. Akşam yemeğini henüz bitirmişti ki, şifreli bir mesaj aldı. Hipergramdan çekilmiş, ölçüm servisinden gönderilmiş bir yazıydı.
>>Acil,
Düşman şirketleri tarafından işletmesi geliştirilen yeni keşfedilmiş gezegenler, tehlike arz etmektedir. Son iki haftada yapılan ayrıntılı tetkikler, sisteminde oldukları güneşleri tarafından yüksek oranda radyasyona maruz kalmakta olduklarını gösteriyor. Güneşleri içersindeki hareketlenmelerden dolayı radyasyon periodlar halinde geliyor. Güneşin inaktiv olduğu bir dönemde yapılmış tek bir ölçüm bu yüzden negatif sonuçlanıp, birkaç gün sonra gelen radyasyon sağanağının farkedilmemesine neden olabilir. Güneşin aktivitesi kısa süreli dönemler için öldürücü olmayabilir, ancak uzun vadede insan bedeni ve gelecek nesiller üzerinde derin bir tahribata neden olabilir.aktif< olarak dönmesini engellemek için değil, tatillerini oralarda geçirmek isteyebilecek tarafsızları korumak için de gerekliydi.
Ama en azından düşmanın o gezegenlere şu ana kadar epey yatırımda bulunmuş olması da keyif vericiydi. Gelen haberlere göre, iki devasa prefabrik otel tüm donanımlarıyla birlikte yeni keşfedilen dünyalardan birine çoktan sevk edilmişti.
Bunun dışında yüzlerce müdür, mühendis ve uzmanlar uzun bir süre nükleer-kliniklerde kalmak ve oldukça zahmetli bir deaktivasyon tedavisinden geçmeleri gerekecekti.
Sandling, o gece hafif bir tatmin duygusuyla koydu başını yastığına. İçindeki nedensiz ama emin bir his, ona rüzgarın nihayet yön değiştirdiğini söylüyordu.
Hemen daldı uykuya ve nerdeyse aynı anda rüya görmeye başladı. Rüya olduğunu biliyordu ve o tuhaf, adeta yerçekimsiz haldeyken kendi kendine : “Rüya görüyorum.” dedi.
Belki de yeni keşfedilen dünyalar hakkındaki haberler yüzünden kendini uzayda görüyordu. Rüyasında uzayda süzülür gibi hissediyordu ve hiç bilmediği takım yıldızları etrafında dolanıp dönüyorlardı. Onlardan çok çok ileriye, uzak karanlıklara sürüklendi ve sonra onların da arkasındaki yıldızlara. Sonra hareket durdu gibi geldi ve orada öylece süzülür vaziyette kaldı. Bir şeyleri bekliyordu.
Rüyasında belli bir nedenle beklemekte olduğunu biliyordu, sonra garip titrek bir ışıldama farketti ve döndü.
Klik! – hiçbir şey – klik! – bir şey!
O anda anladı hemen ne olduğunu: Bir uzay gemisi. Şu kadar saniyelik hiper-güdüm, şu kadar oryantasyon-dakikalık normal güdüm.
Klik – açıldı – klik – kapandı.
Evet, bu o olmalıydı, hiper-uzay uçuşundaki bir uzay gemisi, yalnız kısa sürede anladı ki, tek bir gemi değildi. Sıra sıra, dizi dizi uzay gemileriydi söz konusu olan, hatta bir filo – hayır bir armada…
Bunlar insan yapımı uzay gemisi değildi, böylelerini hiç görmemişti. Tuhaf bir şekle sahiptiler, her biri diğerinin aynı, ama – benzetebileceği bir şey bulmaya çalışıyordu – evet, mantar biçiminde şekillendirilmişlerdi. Mantara benziyorlardı.
İçten içe aniden huzursuzluk hissetti, çünki birden nereye gittiklerini çok iyi anlamıştı.

- o0o -

"

 
Oturum Aç
Takma isim

Parola

Henüz bir hesabınız yok mu? Yeni bir tane yaratabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yöneticisi, yorum yönetimi ve kendi adınızla yazı girişi gibi imkanlardan faydalanabileceksiniz.

İlgili Linkler
· Editörün Seçimi / Özel Yazılar Hakkında
· Yayınlayan Editör: iarwainbenadar
· Ana Sayfa


Editörün Seçimi / Özel Yazılar Hakkında en çok okunan :
Muhiddin-i Arabi'nin Eserleriyle Lotr ve Silmirallion'a Bakın


Yazıcı Dostu Sayfa  Bu Yazıyı bir Arkadaşınıza Gönderin

"Çeviriler: KELEBEKLER GEZEGENİ (Devam) 6. ve 7. Böl." | Oturum Aç/Yeni Hesap Yarat | 3 yorum
Puan
Yorumlar gönderene aittir. İçeriğinden hiçbir şekilde site ve site yönetimi sorumlu tutulamaz.
Re: KELEBEKLER GEZEGENİ (Devam) 6. ve 7. Böl. (Puan: 1)
Gönderen zulu Tarih: Mayıs 29, 2006 - 23:52:35
(Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder)
yav kardes. Yazini okumak istiyorum da epey bi uzun kaçmis galiba. Vakit bulup söyle azimin tadiyla okuyamiyorum bi türlü. Bölümleri biraz daha kisa tutamazmisin.


[ Anonim kullanıcı iseniz, lütfen kayıt olun ]

Bu site filmin, kitapların, veya yazarın resmi sitesi değildir.Tamamen Türk yüzük dostları tarafından hazırlanan konu odaklı bilgi, haber, düşünce ve materyal paylaşımını amaçlayan bir fan sitesidir.
Sayfada yer alanlar ancak izin alınarak ve kaynak gösterilerek kullanılabilir.
Lord of The Rings - Turkish Fan Site
yuzuklerinefendisi.com / 2001 - 2012