KELEBEKLER GEZEGENİ (Devam) 10.Bölüm
Tarih: Temmuz 14, 2006 - 16:48:36
Konu: Editörün Seçimi / Özel Yazılar



KELEBEKLER GEZEGENİ (Devam)
Bölüm X

Gemi “üç”, Akdeniz üzerinden uçarken, insanlara ait bir uçuş aracı tarafından gözetlendiğini farketti ve yerlileri etkilemek için uçaklarını takibe almaya karar verdi. Üstünlüklerini kanıtlamalıydılar.
Yabancı uçuş aracı, hem çok yavaş, hem de deniz seviyesinin hemen üzerinde uçuyordu, üstelik şaşırtıcı düzeyde manevra kabiliyetine sahipti.
Gurthların, havada savaş konusunda çok az tecrübeleri vardı ve sahip oldukları silahlar da kısa menzil için uygun özellikte değildi. Düşman araçları, çıplak gözle görülür bir mesafeye gelmeden önce imha edilmeliydi.


İnsanların uçuş aracını imha etmek onların da deniz seviyesine inmelerini ve rakiplerini ustaca bir manevrayla önlerine almalarını gerektiriyordu.
Ultra-ses hızıyla uçmaktayken, patlamalar eşliğinde dar bir dönüş yapıyorlardı ki aniden karşılarında dev bir su duvarı yükseldi ve gemiyi içine aldı.
Birden beliren pürüzsüz su duvarı, yeterli bir süre ikiyüz metre yükseklikte kaldıktan sonra, dalgaların düzenli akışını fazla bozmadan, yavaşça geri indi.
Bu dalgaların aşağısında bir yerde, parçalanmış bir şey, peşinden su kabarcıkları sürükleyerek dibe inmekteydi.
Gemilerinin kaybı, Alkine’in endişelerini daha da arttırmıştı, ama şu anda kendi sorunlarıyla uğraşıyordu. Kar yerine şimdi yağmur yağmaktaydı, sis daha da yoğunlaşmıştı ve gemileri, oluşan sel yüzünden kumların içine gömülüyordu.
Anti-yerçekimi motorlarını devreye sokmak zorunda kaldı, aksi takdirde tümüyle kumların altında kalacaklardı.
Sisden faydalanarak, böcekler doluşmaya başladı tüm bölgeye. Birçoğunun her fırsatta kullandıkları zehirli iğneleri vardı. Hava vızıltı seslerinden geçilmiyordu ve anlaşılamayan bir nedenle kuşlar, sürekli sisin içine girip çıkıyordu.
Çok geç farketti kuşların -muhtemelen uzaktan kumanda edilen- tohumlar taşıdığını. Bu tohumların iki hedefi vardı; birincisi iş-robotlarının eklem yerleri ve yağlamalı hareketli aksamlar.
Tohumlar dehşet verici hızda büyüyorlardı ve işler de ona göre yavaşlamıştı. Yağlama kanalları tıkanan robotlar önce tutuk, sonra tamamen hareketsiz kalıyorlardı. Yağlama durmasa bile, bu sefer bikiler yayılıyor elektronik beyne kadar ulaşıp yine aynı sonuca ulaşıyorlardı.
İkici hedef kendi birlikleriydi. Koruyucu giysilerini giymedikleri anda sorun çıkıyordu. Tohumlar yakalarından ya da kollarından içeri giriyor, saniyler sonra talihsiz taşıyıcı, üzerinden giysileri yırtarak çıkarmak zorunda kalıyordu, aralardan yeşillikler fışkırırken.
Silahlar düzenli aralıklarla temizlenmek zorundaydı. Hareketli ve elektronik aksamlar yeşil küfle kaplanıyor, malzemeleri kullanım dışı bırakıyordu.
Alkine, bu savaşı rakibinin yönettiğinin tümüyle bilincindeydi, üstelik savaşta hiçbir şekilde yer almadan.
Mevcut tüm verileri ana bilgisayara verip önerilere göre hareket etmekten başka çaresi kalmamıştı.
Ana bilgisayar fazla iyimser açıklamalarda bulunmuyordu: “İşgal harekatından önceki verilerle, şimdikiler arasında sapmalar mevcut. Herhangi bir yabancı mekanizma ya da savaş techizatı bulunmamakla birlikte, açıkça büyük ve bununla beraber ortodoks olmayan ilerlemeler kaydedilmiş.
Eldeki verilere göre çıkarılacak sonuç, rakiplerimizin muhtemelen doğa güçlerini kontrol etmenin yöntemlerini keşfetmiş olmalarıdır. Bunu nasıl yapabildikleri açıklığa kavuşmuş değil. Kapsamlı ve özgün bir hava kontrol sistemi şu anki şartların izahı olabilir, ancak kuşlar ve böcekler gibi düşük seviyeli yaşam biçimlerinin bilinçli kontrolü, elimizdeki hiçbir teknolojiyle açıklanamamaktadır.
Bu şartlar altında şunu tespit etmek durumundayız ki, başarılı bir fetih ve işgal ihtimali, yeni tetkik ve araştırmalarda bulunulmasına bağlı olup, şu anda yüzde yirmibeş gibi düşük bir orandadır.”
Alkine’in yüzünde canı sıkkın bir ifade belirdi.
“Taktik yaklaşım?”
“Taktik yaklaşım anabilgisayarın önerileri doğrultusunda hareket etme şeklinde olmalıdır. Rakiplerimizin savunma ve öngörü kodları bizimkilerden çok daha üstün olduğundan, planlı bir operasyonun felakete götürebileceği anlaşılmaktadır. Bundan dolayı operasyon komutası, strateji planlaması ve bilgisayar-taktik programlarının tamamen yeni planlar üretmesini öneriyoruz. En iyi operasyon planına karar verildiği anda tereddüt etmeden derhal harekete geçilmelidir. Vurucu kuvvetlerimiz, rakipler strateji ve hedefleri tahmin etmeden önce taarruza geçmelidir.”
Kumandan prensip olarak bu görüşe katılıyordu, ancak şu ana kadar gelinen durumun ağırlığı üzerine çökmüştü. Her neye karar verilecek olursa olsun, savaş kabiliyetleri yüzde otuz oranında düşmüştü. Daha bir kez bile atış yapamamış olan birlikleri, köprübaşını (işgal üssü) ayakta tutabilmek için çabalamaktan tükenmek üzereydiler. İğneli böceklerin ve tuhaf bitkilerin irite edicilik derecesi oldukça yüksekti. Bunlara, sürekli silahları temizleme zorunluluğu ve rakiplerinin kendileriyle oynadığına dair moral bozucu duygular eklenince, oldukça motivasyon düşürücü bir durum çıkıyordu ortaya.
Nasıl bir plan yapılacak olursa olsun, bir çıkış hareketi kaçınılmazdı. Çıkış hareketi!… Daha kuşatılmamışlardı bile ama rakipleri tarafından tutunamayacakları bir pozisyona getirilmişlerdi.
Artık konu yalnızca işgal ve birkaç zafer değildi. Bu rakip taktik olarak yenildiği için teslim olacak türde bir rakip değildi, mutlaka tepesine vurulması gerekecekti. Büyük kentlerin yerlebir edilmesi, savaş birliklerinin imhası ve halkın terörize edilip paniğe sürüklenerek savunmanın kendi içinden çökertilmesi gerekecekti. Ve sonra kaçınılmaz olan, Alkine’in bir dünyayı yerli nüfusundan temizlemek için düşünebildiği en özgün ve merhametli yöntem devreye girecekti. Hayatta kalanlar, genç ya da yaşlı ayırmadan iyi muamele görecekti, yaşamak için gerek duydukları her şey ve tıbbi ihtiyaçları onlara sağlanacaktı. Ancak yiyeceklerine ve suya üremelerini durduracak maddeler katılacaktı. Birkaç yerel siklüsden sonra da insanlık ortadan kalkacaktı çünkü nesillerini devam ettiremeyeceklerdi.
Son derece büyük bir problem için, oldukça mantıklı ve acısız bir çözüm, diye düşündü. En güzel yanı da hiç kimse suçluluk duygusu hissetmeyecekti, ne kitle katliamı, ne terör, herşey ılımlı ve etik…

Sandling ayaklarını yazı masasından indirdi ve doğrularak oturdu.
“Sanırım yeterince uzun süre aptal rolünü oynadık, bu yabancı varlık kendini bir şey zannediyor.”
Onaylayan mırıltılar yükseldi. Hafifce gülümsedi Sandling. Yalnızca diğer insanlarla görüş birliği içinde olmak değil, ayrıca gerçekten öyle olduklarını biliyor olmak güzeldi. Meydana gelen yeni durumda telepati hali yoktu, ama farklı, üst düzeyde bir bilinç hali mevcuttu. İnsanlar başka bir insanın ne düşündüğünü bilmiyordu ama ne hissettiğini biliyordu. Onaylayıp onaylamadığını anlıyordu ya da bir konuda endişe içinde olup olmadığını ve hedeflerini.
Sandling pencereye yaklaşıp, aşağı caddeye baktı, hatırlıyordu. Bundan yalnızca bir yıl önce caddeye parlak, sahte bir şaşaa havası ve bağıran bir renk cümbüşü hakimdi. Yine aynı sokak ve yeni ismleriyle aynı dükkanlardı, ancak bir zamanlar düşmana ait dikkat çeken ışıklı yazılar, keskin yüz ifadesine sahip adamlar, seyirciler, sindirilmişler ve sömürülmüşler kaybolmuşlardı.
Caddelerde hala yoğun trafik vardı ama düşman patronlarının flamalı büyük arabaları ortadan kalkmıştı.Yeni modeller, tıpkı yeni mimari gibi, sanatsal estetik bir çizgiyi takip ediyordu.
Binalarından artık silahsız çıkabiliyorlardı, hayatlarını tehlikeye sokmadan. Caddede olmak iyi bir his veriyordu, hoş bir kokusu vardı, yüksek binalara sarmaşıklar tırmanıyordu, etrafta arıların vızıltısı duyuluyordu, hava temizdi. Tıpkı tabiat koruma alanlarında olmak gibiydi, yalnızca biraz daha güzel.
Bir an için tekrar eski düşmanlarını düşündü. Devasa malikanelerin, çim alanlarının son aylarında kahverengiye dönüşünü, ağaçlarının kuruyuşunu çaresizce seyretmek zorunda kalan efendilerini. Topraklarının zehirlenmiş olduğunu düşünmüş olmalıydılar ve belki bu yüzden de kim bilir ne çok kelle düşmüştü. Bu durumun iç dünyalarının bir yansıması olduğunu muhtemelen bilememiş, tahmin edememişlerdi. Bu hastalığın ve, evet, delicesine tahrip etme dürtüsü ve güç hırsının, etraflarındaki yaşayan varlıklara olumsuz etki etmiş olduğunu anlayamazlardı.
Aslında evet, kendisi bunun olacağını önceden görebilmeliydi, öyle değil mi? Tarihçiler görebilmeliydi, psikologlar, herkes. Kendisi de bir keresinde değinmişti; eskiden, yüzyıllar önce suçluların dahi içlerinde bir parça iyilik ve merhamet duygusunun olduğunu ama şimdi yoktu öyle bir şey. Normal olanla anormal olanın bir arada olamayacağı, birbirinin varlığını kaldıramayacağı bir zaman gelmek durumundaydı. Normal yaşam ve düşünce aurasının düşmana tahammül edemeyeceği kadar iğrenç gelip, fiziksel değişimlerin baş gösterdiği bir zaman. Yakınlık, fazlaca yakın durmak, psikosomatik etkilere neden oluyordu. Düşmanın nefesi kesiliyor, nörotik korku hali meydana geliyordu.
Düşman emniyet teşkilatının yeni bir süper silah geliştirdiğine inanıyordu, ama bu doğru değildi. Reaksiyon, pozitif ve negatif elektiriğin varlığını göstermek için yapılan deneyler kadar normaldi.
İnsanlık bölünüyordu, değersizleri dışlayıp, tekamüldeki yoluna devam ediyordu.
Birisi, “Ne yapıyoruz?” diye sordu ve Sandling düşünceleriyle şimdiye döndü.
“Eğer yok edici bir vuruş planlıyorsa, bizim önce davranmamız gerekecek. Yöntemler konusunda fikir birliği içindeyiz?… İyi o zaman…”

Alkine’in etrafında sürekli yağmur yağıyordu. Sular yüzyıllar boyunca nem görmemiş çatlakların içine doluyordu. Bütün bir gece ve gün boyunca yağmur kovalardan boşalırcasına yağıp, nem oranı yükselince yerden yem yeşil bitkiler fışkırdı.
Alkine, çok sayıda silahı hazırlatmış, bir kısmını da belirli hedeflere doğru programlatmıştı. Yalnızca bir saate daha ihtiyacı vardı ve o zaman o silahlar ateşlenecekti, ama o bir saat elinden alındı.
Onu vuran silah, sahip olduklarından kat kat üstündü.
Tabiatın tüm güçleri onu aynı anda vurdular; üssünün altındaki kum dibe çökmeye başladı, aynı anda hortumlar – adeta ufka paralel yatmış dehşet verici hortumlar – bölgenin içinde savrulup, önlerine çıkan her şeyi süpürüyordu. Şiddetli yağmur fırtınası birçok hassas aleti mahvetmişti.
Gemiler sektör arızası bildirmeye başladılar.
“Yerçekim tertibatı üç, devre dışı kaldı.”
“Dikkat, dikkat, arıza!”
Alkine komuta kulesinde gemisinin yavaşça devrilmekte olduğunu farketti, sert bir çarpma oldu, arkasından ışıklar titrekleşti, gürültülü bir çatırdama duyuldu ve ortalık tamamen karardı.
Gemiden el yordamıyla çıkmak zorundaydı. İki defa, arızalanmış tamir robotları üzerinden, bir defa da, bir ceset üzerinden tökezledi.
Koridorların kesiştiği bir noktada, üst rütbeden bir subaya ve üç mürettebata rastladı. Subayın elinde küçük bir aydınlatma cihazı vardı.
“Buradan çıkamıyoruz efendim, kapak kumun altında kalıyor.”
“Öyleyse şuradan denemeliyiz. Zararlarımız nelerdir?”
“Sektör bilgisayarıyla tetkik ettim, kumandan ama gemi tertibatlarının yüzde yetmişbeşinin artık çalışmadığından başka bir bilgi elde edemedim.”
Başka bir kapağa ulaştılar ancak güç kesintisi yüzünden normal yoldan açmaları mümkün değildi.
“Elle açmaya çalışmalıyız,” dedi subay. “Siz üçünüz şu kolu kaldırın.”
Uzun uğraşlardan sonra kapak açıldı. Parlak güneş ışığı ve kum doldu içeriye. Kumun akışı durana kadar kalça hizasına kadar yükseldi.
Alkine yüksek bir kum tepesinin önünde duruyordu. Üzerine tırmanıp etrafa baktığında, ilk çarpışmayı kaybettiğini anladı.
Belki de son çarpışmaydı.
Çöl manzarası, ilk indikleri gündeki gibi görünüyordu, güneşin altında kaynayan uçsuz bucaksız bir kum denizi ve bom boş mavi bir gök.
Orada burada mantar şeklindeki bir uzay gemisinin kumdan çıkan kısımları görünüyordu ama başka bir şey yoktu. Sıcak rüzgar durmadan yüzüne vuruyor, ama yüksek oksijen oranı bu sefer kendini iyi hissetmesine yardımcı olmuyordu. Sekizyüz adet gemi, tüm filosunun dörtte biri, imha olmuştu. Onlarla beraber tüm uçuş araçları, dört bin savaş- ve beşbin iş robotunun yanı sıra, yarım milyon eğitimli savaş birlikleri.
Arkasındaki kapaktan diğerlerinin dışarı çıktıklarını farketti, ama onlar da ne yapabilirdi ki?
Yükseklerde biryerlerde kaybetmiş olduğundan çok daha büyük bir filo yörüngede dönüyordu, ama onları aşağı çağırmak iki katı büyük bir felakete davetiye çıkarmak olurdu.
Gökyüzünden aşağı kendilerine doğru bir şeyin süzülmekte olduğunu farketti, yokedilişiyle yüzyüze gelmek üzereydi.
Bir şey olmadı. Uçuş aracı yere indi ve silah oldukları açık olan bazı uzantılar dışarı çıktı ama ateşlenmedi.
Neredeyse umursamaz bir halde inceledi uçuş aracını. Gümüş rengiydi, kendi uçuş aracından biraz daha ufaktı ama teknik olarak daha az gelişmişti.
Aracın yan tarafında bir açıklık belirdi ve bir insan çıktı dışarı.
İşgal öncesi eğitimlerde insanların neye benzediklerini görmüştü ve bunun da onlardan farkı yok gibi görünüyordu.
Elinde küçük siyah bir silah vardı ve göğsüne bağlanmış halde küçük bir kutu bulunuyordu.
Yaklaşmakta olan insan eliyle göğsündeki kutuya işaret etti. Ağzı kıpırdıyordu ve kutudan çıkan ses, “Tercüme cihazı - beni anlayabiliyor musunuz?” diye sordu.
“Evet anlayabiliyorum.”
“Pek iyi.” Araçtan iki insan daha çıkarken, “Adım Sandling,” dedi, “Dünya’nın savunma kuvvetlerinin bir bölümü adına konuşuyorum. Hükumetim beni sizinle konuşmak için görevlendirdi.”
“Bana bir ultimatom vermek için geldiniz.”
“Bu sizin çıkarımınız. Ben öyle bir şey söylemedim.”
“Öyleyse ne konuşmak istiyorsunuz?”
“Şu anki durumu tabi, ve düşünecek olursanız, şu anki durum, vaziyette bizim yerimizde siz olsaydınız, ne yapardınız?”
Alkine birden güvensizlik hissetti. Kendi hakkında hüküm vermeye ya da yumuşak bir şekilde ifade etmek gerekirse, yenilgilerini kabul edip, merhamet dilenmeye davet ediliyordu.
“Sizinki gibi bir zafer elde etseydim, bundan sonuna kadar istifade eder ve zaferimi tamamlardım.”
“Diyelim ki o fırsat size verilmiş olsun, diyelim ki yörüngedeki filonuz tamamen imha edilmek üzere.”
“O zaman söylenecek hiçbir şey kalmıyor.”
“Tam tersi – ama konunun dışına çıkıyorsunuz. Biz sizin bu durumda, bizim yerimizde olsaydınız, ne yapacağınızı sorduk.”
Alkine doğruldu.
“Durum şimdi tamamen açıklığa kavuştu. Benden kendi hakkımda hüküm vermemi talep ediyorsunuz.”
“Beni yanlış anlıyorsunuz. Etik problemler kendi vicdanınızın meseleleridir. Biz yalnızca, siz bu durumda ne yapardınız, onu öğrenmek istiyoruz.”
“Pekala, yüksek rütbeli subaylarınızı idam ettirir ve tüm federasyon kesin olarak yenilmiş oluncaya kadar birliklerinizi esir tutardım.”
“Teşekkür ederim. Kesin zafere ihtiyacımız yok, ırkınız dersini almış olsa gerek. Ne sizleri esir etmek ne de sizlerden intikam almak gibi bir niyetimiz mevcut değil.” Kısa bir ara verdi. “Sıcaklığın sizi rahatsız ettiğini görüyoruz. Konuşmamıza gemimizde devam edelim. Adamlarınızı gölgeye göndermenizi öneririm.”
Küçük uçuş aracına girdiklerinde alçak bir koltuğa oturmaya davet edildi. Kendisine ikram edilen suyu ise geri çevirdi.
“Pekala başkumandan Alkine – evet, adınızı da, rütbenizi de gayet iyi biliyoruz – suyu ırksal sebeplerden geri çevirdiniz. İhtiyaç duyduğunuz su sizi yükümlülük altında bırakacaktır. Sizin üstünlük duygunuz, daha düşük seviyeli bir yaşam formundan göreceği bir lutfu kabullenemiyor.”
Alkine bozuldu. Gurthların üstünlüğü kesindi ama bunu öne çıkarmak büyük bir zevksizlik örneğiydi.
“Böyle bir şey ima etmek gibi bir niyetim yoktu.”
“Buna gerek de yoktu kumandan. Ancak bizim durumumuzda sizin ne yapacağınızı öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdi size, bizim ne yapmak niyetinde olduğumuzu bildirmek istiyoruz. Kumların altındaki gemilerde birliklerinizden yarım milyon kişi hapis kalmış durumda. Bize verilen görev onları boğulmadan dışarı çıkarmaktır.”
İnsanlardan biri, “Belki de başkumandan bunu geri çevirir, sonuçta bu daha düşük seviyeli bir yaşam formundan gelen bir yardım. Daha da kötüsü, bu çok daha yüksek etik değerlerin varlığına işaret eden bir tavır. Bizim durumumuzda o olsaydı yüksek rütbeli subayları idam ettirecek, hayatta kalanları da bir yerlere kapatacaktı, öyle değil mi?”
Alkine öfkeyle ayağa kalktı.
“Beyin yıkama teşebbüsünde bulunuyorsunuz. Amacınız bana ait manevi değerleri yok etmeye çalışmak.”
“Sizin manevi değerleriniz ırkımızın hiç umurunda değil. Öte yandan şunu da kabul ediyoruz ki size karşı bir acıma hissi içindeyiz – aroganlığınızdaki inadınız, gerçek anlamda gelişiminiz önünde büyük bir engel oluşturuyor olmalı.” İnsan, yanındakilere başıyla işaret etti ve hep birlikte kalktılar. “Kurtarabileceklerimizi kurtarmalıyız, olası kayıplar için hazırlıklıyız.” Alkine’in yüzüne baktı, bakışları onu delip geçiyor uzaklarda bir şeye odaklanıyor gibiydi. “Birliklerinizi durum hakkında bilgilendirme lütfunda bulunacak mısınız, yoksa kurtarma birliklerimiz sizin ‘üstün’ yaralılarınızı kurtarmaya çalışırken vurulsunlar mı?”
“Elimdeki cihazla gerekli talimatları veriyorum.” Dedi Alkine. Zor nefes alıp veriyor, öfkesini güçlükle bastırıyordu. “Siz insanlar zaferinizin tadını sonuna kadar çıkarırsınız, değil mi? Yenilenleri ezmekten keyif alıyorsunuz.”
“Biz zafer sevinci yaşıyor değiliz, yalnızca başka bir yaşam formunun, herhangi bir konuda üstünlüğünü kabullenme kabiliyetinden yoksun oluşunuza, üzüntüyle şahit olmaktayız. Zaferimiz kesindi ve –siz bir yorumda bulunmadan söyleyim- bu bir övünme değildir, ki buna da itiraz etmeden önce kurtarma çalışmalarımızı takip etmenizi tavsiye ederim. Tam teçhizatlı bir hastane geminiz varsa, onu da aşağı çağırmanızı önereceğim.”
Yeniden dışarı çıktılar ve kum tepelerine baktılar. Sıcak rüzgar yüzlerini yalıyordu.
İnsanlardan biri, “Alkine, merhamet, anlayış ve bu gibi etik düşünceler sizi etkilemiyor. Peki sizi ne etkiler – güç gösterisi mi? Siz ve sizin gibiler, kendinizi yatartılışın en üstün varlıkları olarak görüyorsunuz, şimdiye kadar sizden üstün hiç kimseyle karşılaşmadığınız için. Sıcak mı oldu?”
Alkine cevap vermedi. Birincisi öne sürülen mantık kendini kabul ettirmeye başlamıştı, öte yandan sorulan soru gereksiz ve konuyla alakasız görünüyordu.
“Sizin için havayı biraz serinletelim.”
Orada öyle dururken sıcak rüzgarın serin bir esintiye dönüştüğünü, sıcaklığın düştüğünü hissetti.
“Çalışmaları izlemek sizin için şimdi daha kolay olacak.”
Uzaklarda bir yerde hafif bir ıslık sesinin yükseldiğini farketti. Hemen sonra küçük hortumlar kum tepelerinin üzerinde dans etmeye başladılar. Kumları emdikçe, oldukları yerde siyah sütunlara, sonra tornadolara dönüşüyorlardı.
Filosu darmadağın vaziyette ortaya çıkmağa başladı. Başlangıçtaki kusursuz ikili savunma çemberi, parçalanmış oraya buraya dağılmıştı.
Kumlar çekildikçe kapaklar açılıyor ve hayatta kalanlar dışarı çıkıyorlardı.
Alkine mahvolmuş filosuna bir an için inanmayan gözlerle bakakaldı. Tüm bunlar, işgal ordusunun paramparça edilmiş mızrak ucu, üstelik tek bir konvansiyonel silah devreye sokulmadan.
Birden insanlardan birinin sözleri geldi aklına ve mahcubiyet duydu: >Sizi ne etkiler – güç gösterisi mi?< Etkiliyordu tabi ama bunu nasıl yapıyorlardı? Bunun cevabını bulmak göreviydi. Belki bir şekilde birgün bu sırrı halkına kazandırabilirdi.
Öylece duruyor ve bıkkın bir çaresizlik duygusu içinde, yörüngeden çağırdığı hastane gemilerinin, kumların üzerine inişini seyrediyordu.
O sırada çok daha acı bir ilacı yutabilmek için kendini zorlamaktaydı; yabancı varlıklar tarafından yenilgiye uğratılmıştı. Üstelik de, şimdiye kadar kendilerini yenilmez gördükleri alanlara hükmettikleri konusunda, en ufak şüphe bırakmayan varlıklara.
“Bu hastalık atlatılır,” dedi, aklından geçenleri okumuş görünen insanlardan biri. “Bizim de henüz ülkeler olarak ayrıldığımız dönemlerde, her millet kendini diğerinden daha iyi, daha özgür ve tarafsız, daha asil, teknolojik olarak daha ilerlemiş ve diğerlerinden daha üstün değerlere sahip görürdü. Bu doğru değildi tabi ama milletler böyle olduğuna inanıyorlardı. Ve buna inanmaya devam ettiler ta ki değişim başlayıncaya kadar.”
“Değişim?” Alkine, teknik bir açıklamanın başlangıcını duymak üzere olabileceğini düşündü.
“Bölünme başladı. Neredeyse altı yüzyıl boyunca neler olup bittiğini farkedemedik, sonra türümüzün bir kısmı bir yola girdi, biz de diğerine. Bölünme esnasında, önceleri yalnızca istisnai kişilerin sahip oldukları, bazı güçlerimizin var olduğunu keşfettik.” Kısa bir ara verdi konuşmasına ve hafifce tebessüm etti. “Doğa güçlerini biz doğrudan yönlendirmiyoruz ama onlarla uyum içindeyiz ve onlar bize cevap veriyorlar. Gezegenimizin yabani canlıları, rüzgar, denizler ve dünyanın manyetik ve elektrik güçleri emrimizdeler. Söyler misiniz kumandan, anlattıklarımı kabul ediyor musunuz? Önemli değil, kabul etmediğinizi görebiliyorum. Bütün bunlara teknoloji ölçütünde bakıyorsunuz, sahip olmak için filonuzu satmaktan çekinmeyeceğiniz bir teknoloji, değil mi?… Adil olmak gerekirse, bize inanabilmek için psikolojik olarak yeterli değilsiniz ve bu bilgileri daha birçok nesiller boyunca kullanamayacağınıza göre, size açıklamakta bir sakınca görmüyoruz.”
Alkine şüpheyle baktı ama bir şey söylemedi. Gurthların yüzde yetmişdokuz oranında hatırlama kapasitesi olan fotoğrafik hafızaları vardı, ama bu insan bunu muhtemelen bilmiyordu.
“Şimdi su alır mısınız?”
“Teşekkürler.”
“Belki yiyecek bir şeyler de getirtmemize izin verirsiniz. Yemekten sonra size bu gücümüzün sırrını açıklarız…”

“Bu Maynard, uzmanımız.”
Uzun boylu adam başıyla selam verdi ve bir koltuğa oturdu.
“Hipnoza itirazınız olur mu?”
Alkine tereddüt etti.
“Bu şekilde benden hiçbir bilgi alamazsınız, bunu engellemekle ilgili eğitimim var.”
“Benim amacım bilgilendirmek.”
“Öyleyse bir itirazım yok.”
“Çok iyi, ancak önce…” Maynard kısaca dünya gezegenine ait bir canlı türü olan kelebeğin gelişim evrelerini anlattı. “Bütün anlatacaklarım esnasında, lütfen bu bilgiyi göz önünde tutun.” Boğazını temizledi ve söze devam etti. “Bizim ve inanıyorum ki sizin bilimadamlarınız da, kainatta olup biten her şeyin tesadüfler üzerine gelişmekte olduğu fikrini savunmaktadırlar, aynı şekilde yaşamın başlangıcını da. Ancak her şey bir düzen içinde ve belirli kanunlar çerçevesinde gelişir. Bir yıldız nova haline geldiğinde, patlamadan dolayı yeni bir galaksi meydana gelir ve bu galaksideki her yıldız, kendi yer ve düzenine sahip olur. Güneş dediğimiz aktif olanlar, kendilerine, gezegenleri olacak bazı cisimleri çekerler ve onlar da bir takım fonksiyonlar yerine getirirler. Bazıları sterildir, bazıları gaz devleri halinde, diğerleri atmosfersiz bomboş kayalar şeklinde, ama her birinin oluş planında bir amacı vardır. Karmaşık bir mekanizmayı incelediğimizde, görünürde hiçbir amacı yokmuş gibi duran birçok parça görürüz. Ancak bir teknisyen bize, hiçbir fonksiyonu yokmuş gibi görünen parçaların yerlerinde olmamaları halinde, tüm mekanizmanın anında duracağını hemen açıklayabilirdi. Atmosfersiz kayalar ve gaz devleri bir işe yaramıyor gibi görünebilirler, ancak onlar da kainatta önemli bir işlev yerine getirirler.
Bir güneşin kendine çektiği gezegenlerden bazıları, akla yakın bir amaca hizmet ederler – onlar kültür-beşiğidir. Onlar güneşin etrafında kendileri için öngörülmüş belirli bir yörüngeye girerler, çünki atom yapıları onları o yörüngeye yönlendirmektedir – bir güneş sistemi, söylediğim gibi bir düzene göre oluşur.
Kültür-beşiği dediğimiz gezegenler, güneş ışınlarına, tam da o yörüngede tepkimede bulunabilecek kimyasal-moleküler yapıya sahiptirler. Kültür-beşiği gezegenimiz, er ya da geç düzene itaat edip, tek hücreli bir canlıyı ortaya çıkarmak durumundadır.
Zeki yaşamın ilk doğduğu gezegen henüz bilinmiyor. Siz kendi gezegeninizin o olduğuna düşünüyorsunuz, yakın bir zamana kadar biz de kendi gezegenimizin o gezegen olduğuna inanıyorduk ama bu doğru değil tabi. Ayrıca özgür olduğumuza inanıyorduk. Siz Gurthlar da özgür olduğunuzu düşünüyorsunuz, insanlık kendini özgür, başı boş zannediyordu. Belli bir noktaya kadar aslında özgürüz de ama her ikimizin ırkları da bir düzenin parçası, bizler de bir planın mekanizmalarıyız.” Kısa bir ara verdi. “Beni takip edebildiniz mi?”
“Takip edebildim ama size tamamen katıldığımı söyleyemeyeceğim.”
“Önemli olan o değil zaten, gerçeği kendinizin idrak etmesi gerekiyor. Şimdi zamanda geriye gidin, bizim zamanımızda, bizim tarihimizde. Siz, Kevin adında bir soyguncusunuz.”
“Ben, bir soyguncu?!” Alkine hiddetle ayağa kalkmaya çalıştı ama tuhaf bir ağırlık çöktü üzerine. Uykusu vardı, çok uykusu…

-o0o-






Bu yazının bulunduğu yer: Yuzuklerin Efendisi / Turkiye LOTR / Turkey
http://www.yuzuklerinefendisi.com

Bu yazıyı bulabileceğiniz URL adresi:
http://www.yuzuklerinefendisi.com/article.php?sid=1999