Oturum Aç
|
Henüz bir hesabınız yok mu? Yeni bir tane yaratabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yöneticisi, yorum yönetimi ve kendi adınızla yazı girişi gibi imkanlardan faydalanabileceksiniz.
|
Önceki Yazılar
|
Mart 21, 2013 - 08:08:57 · Kızıl Yolculuk (1)
Kasım 07, 2012 - 16:17:32 · Bitmemiş Öyküler Çıktı (10)
Kasım 07, 2012 - 16:00:58 · Rohan ve Türk Benzerliği Üzerine (0)
Kasım 07, 2012 - 15:56:46 · Hobbit Fragmanları (0)
Aralık 21, 2011 - 08:18:56 · Hobbit Trailer (0)
Ekim 10, 2011 - 10:09:41 · Orta Dünya Tarihi: Kayıp Yol ve Diğer Yazılar (2) (0)
Haziran 13, 2011 - 10:37:47 · Orta Dünya Tarihi: Kayıp Yol ve Diğer Yazılar (1) (5)
Haziran 13, 2011 - 10:34:53 · Hobbit Vizyon Tarihleri ve Isimleri Açıklandı! (0)
Haziran 13, 2011 - 10:18:39 · Oyun Fikirleri (2)
Aralık 03, 2010 - 08:08:20 · BBC Tolkien röportajı (0)
Kasım 22, 2010 - 11:15:26 · The Hobbit icin Gazete Ilani (2)
Ekim 22, 2010 - 11:31:19 · Hobbit oyuncuları (10)
Ekim 13, 2010 - 09:27:41 · Yüzüklerin Efendisi'nin Sırrı Ne? (2)
Haziran 02, 2010 - 07:54:36 · HOBBİT TEHLİKEDE (4)
Nisan 06, 2010 - 09:13:39 · Muhiddin-i Arabi'nin Eserleriyle Lotr ve Silmirallion'a Bakın (5)
Nisan 06, 2010 - 09:13:33 · Gölgelerin İçinden (0)
Ocak 19, 2010 - 08:58:13 · Born of Hope. LOTR Fan Filmi (11)
Ocak 08, 2010 - 15:45:13 · Hobbit'le İlgili Bazı Sorular (0)
Ocak 08, 2010 - 15:44:59 · Mucizeler Savaşı (6)
Ocak 08, 2010 - 15:44:38 · LOTR Filmlerindeki Sinir Bozucu Sahneler (18)
Eski Yazılar
|
|
LOTR: The Middle Eart stor...
Yayınlanma tarihi Ağustos 12, 2002 - 11:14:54 Gönderen ringmaster |
|
Angelic göndermiş "The Middle Eart stor... No. Infact, all of them the dream!...V 22.07.2002
Vay vay vay.. Zarif Legolas ile ilgili yazı bölük pörçük, hâlen sıralanmayı bekliyorken ve muhtemel bir iki eklemeyi... Güçlü Halbaradın ilk bölümü ha tamamlandı ha tamamlanacak üzereyken (belki de son bir kaç kelime daha -hatta cümleler demeti- gerekiyorken), Elrondun cesur oğullarına sadece bir iki satırcık not yazabilmişken (ne cesaretle!), devamı ne zaman gelir bilinmez artık!.. Kuzeyin Kolcuları ise hâlen uzun ve anlamsız iken... Birden bire hepsi, ne varsa kafamda hepsi ama hepsi- uçtu gitti. Zınk diye kalakaldım. İnanmazsınız. Masada, sırada, yolda, sağda, solda -aklınıza gelebilecek her yerde- elimde kağıt kalem dolaşıp, ne düşünüyorsam küçük notlar alıp çızıktırırken, durdu her şey. Elim durdu, kalem düştü, kağıt uçtu. Her şey durdu. HERŞEY!! Bomboş kaldım. Esin perim terk etti beni dedim. Çok çağırdım. Gelmedi. Ağladım, yalvardım, tınmadı bile.
Kağıdı katladım bir güzel, kalemin ucunu kırdım hepsini cebime koydum. Aldım kitabı elime baştan başladım. Bir nedeni olmalıydı hepsinin. Perinin gitmesinin, kalemin düşmesinin, kağıdın uçmasının. Bir nedeni olmalıydı mutlaka. Ancak neydi, neydi Allahım!. Kitabın sayfaları birer birer çevrilirken,
gözümün önünde yeni sayfalar da açılmaya başladı. Aslında kitapları okumaya niyetim yoktu. Ne ikincisini ne de üçüncüsünü. İkinci filmi izlerken çakışmayayım diye okumamaya karar vermiştim. Sonra dedim ki kendi kendime, neden böyle yapıyorsun ki! Üçlemenin ilkini okuduktan sonra izlemiştin filmi. Bir şey fark etti mi? Hayır. Hayal kırıklığı peki? Gene hayır. Gerçekten de hayal kırıklığına uğramadım. Sanat sanat içindir, sanat insan içindir. Sanat benim içindir... Eee.!.. İkinciyi ve üçüncüyü okursan değişecek misin? Muhtemelen ona da hayır. O halde! Doğru, o halde?!
7nci sanatın büyüsü sarınca etrafımı, gözüm sadece tamamlar kesik kesik olanı... Bu bir kitap, bu da bir film. İkisi de birbirinden farklı. Belki de böyle olmalı. Kitabı okuyup aynısının tıpkısını izlemek yerine, değişiklikleri görmek belki de iyi olur. Belki o zaman yani kitapla film birebir aynı olduğu zaman bizler de acaba yüzüğü Boromir tutsaydı nasıl davranırdı (zaten sadece zincirinden kaldırmıştı), ya da Faramir acaba Frodoyu zorlasaydı, onun tepkisi ne olurdu diye düşünecektik, kim bilir ki?? Vay canına, konu iyice dağıldı. Toparlamak gerek.
İşte bir nedenden dolayı aldım ve bırakamadım kitapları. Bir de bakmışım ki geceliyorum. Her neyse. Ah tabi, üstelik ansızın okumuştum üçlemeyi. Yani pek de dikkatimi veremeyerek. (Sakın kızmayın acı ama itiraf ediyorum. Saklayamam sizlerden. Zaten Kuzeyin Kolcularından anlamışsınızdır mutlaka.) Bir şeylerin noksanlığını hissederek. Biraz da bu nedenle her şeye en baştan başladım. Bıraktım filmi falan. Ona nasıl olsa sıra gelecekti. Kitaplara bu kez daha fazla vakit ayıracak ve kelimelere dikkat ederek okuyacaktım. O nedenle Halbaradın daha çok vakti var sizlerle karşılaşmaya. (Sözüne güvenilmez biriyim değil mi? Güya yazmayacaktım bir daha. Ancak benliğim ve parmaklarım iki ayrı varlık gibi. Birbirlerini dinlemiyorlar. Ve fakat bunun için üzgün olduğumu söylemeyeceğim.) İkinci kitabın ilk başı, bir kez daha damlalarla ıslanmış sayfaları çevirirken, yiğit Boromirin ardından yoldaşları tarafından söylenenler, kendi ağıtlarımızı getiriveriyor aklıma. Analarımızın babalarımızın gidenlere yaktığı ağıtlar. Orta Asyadan beri gelen bu sağu sadece bizlere özgü. Gidin, başka hiçbir yerde bulamayacaksınız kalbinizi ağrıtan ağıtları. Şimdilerde türkü olarak söylenen ağıtlar, ninelerimizin dilinde kendi evlatları için oracıkta dökülen, ateş gözyaşları ile gelen ve kara kara ağlayan kelimelerdir..
oğul oğul kurbanın olam,
bırak da açıp gül yüzün görem
bağrımı deldi yavrum acın
toprağın koynunda alnından öpem
sıcak mı yavrum yerin, üşümeyesin
bir kerecik daha ana der misin
oğul beni de yanına alır mısın?
Ak şahin olup başında dönem... vesaire vesaire (böyle bir ağıt yok, belki de var kim bilir?)
Of of, neyse asıl konumuz bu da değil. Dedim ya kitabın ilk başı. Günler geçti. Günlerle birlikte geçti sayfalar da çarçabuk ellerimin arasından. Kitabın ortalarındayım tekrar. Öyle bir dalmışım ki. Gece olmuş, herkes yatmış. Kim bilir kaçıncı rüyalarındalar. Neyse ki hafta sonu, sabaha kalmam problem olmaz. Bir ara içim geçmiş, oturduğum yerde uyumakla uyumamak arasında dolaşıyorum. Kitabı, ellerimin arasında ha düştü ha düşecek misali eğreti tutuyorum. Birden bir yanık kokusu geldi burnuma. Zorla açtım gözlerimi. Kısık ışık, iyice kısılmış. Mum ışığından hallice yine de. Koku iyice belirginleşti bu arada. Işık karardı. Sandım ki elektrikler kesildi. Doğruldum oturduğum yerden. Cama yakındım. Perdeyi aralayıp dışarı baktım, yoo, elektrikler kesik değilmiş. İşte sokak lambası pırıl pırıl. Çevirdim başımı. Niyetim ayağa kalkmak. Gidip yatacağım güzel yatağıma. Herhalde uyku sersemiyim. Ancak bu koku ne, öyle gerçek ki! Hayır, dışarıda yanan bir şey var desem, değil. Üstelik bu saatte!... Sanki, sanki şöminede yanan odunların çıtırtıları gibi kokuyor karanlık. Yavaş yavaş belirginleşen kokuyla sindim koltuğa. Gözlerim fal taşı misali açılmış. Göz bebeklerimin büyüdüğünü hissedebiliyorum. Kızılımsı mavimsi, hain bir alevin ince dalgaları içinde, uzun boyu gri gövdesiyle -yine de tüm heybetiyle duran o, Peregrinin bahsettiği güçlü, yakışıklı Kayınkemiği dikiliverdi karşımda.
İlk okuyuşta sadece kısa bir ah ile geçtiğim ancak aklımda yer etmesine müsaade etmediğim bu varlık, yine de bir köşede beklemiş olmalıydı. Çünkü onu alevlerin arasında gördüğümde hemen tanımıştım. İlk okuduğumda, adını hatırlamadığım yanan bir ağaçtı sadece. Şimdi ise kızgın bakışları, yosun tutmuş deniz taşlarının yorgunluğunu taşıyan, kovuklarında mürekkep balıklarını barındıran yaşlı mercan kayalıklarının bulunduğu okyanuslar gibi. İçine ay düşmüş dipsiz kuyular gibi... Adından belli olduğu üzere kayınların atalarından biri olmalıydı. Şimdiki benim diyen genç ağaçlara taş çıkarır uzun boyuyla, en güzel, en alımlı söğütleri kıskandırır güzelliğiyle, en körpe, en taze fidanlara nispet pürüzsüz gövdesiyle karşımdaydı. Ne yazık ki bunları bir daha kimse göremeyecek. Rüyalarında bile. Acımasız kuyudan çıkan alevin utanmadan sardığı gövdesi, sıcağı görünce kabaran yağlıboya tablo misali pul pul dökülürken bir rüyada olmadığıma kesin kanaat getirmiştim. Görüntü rüya olsa bile, kokuya ne demeli!. Yanan odun kokusuna!.. Ya da haince fısıldayan alevlerin sıcaklığına!..
Hm! Uzun zamandır bekliyordum dedi. Her şey sustu. Alev sustu, dallar sustu, Elladan, Elrohir kardeşler sustu, ne Halbarad, ne Legolas ne de kolcular fısıldamadılar bile. Ortalıkta dalga dalga yayılan sözcüklerden başka duyulan bir şey olmadı. Biz onun yaşamından daha uzun yaşamadık. O hayattayken hâlâ, anlatacaklarını dinle. Kaybolması çok yakınken bizler öncelikli olamayız.
İşte, işte neden buydu. Buydu Allahım! İster inanın ister inanmayın. Ancak kalemin ucunu kırmama, kağıdı katlamama neden buydu. Öncelik. Demek şimdi yalnızca rüya olduğuna inansam bile yapmam gereken buydu. Artık dayanacak gücü kalmamış olana verilmesi gereken öncelik. Peki neden ben dediğimde duman duman konuştu; Sen beni esip geçtiğini düşünsen de yapmadın. Ola ki bu bir vesiledir. İhtimal, bahçende şu vakit durmayan, ne çare ki kesildiğinde gözyaşlarını akıttığın kavaktandır. Fakat o çok zaman önceydi diye mırıldandığımda Heyhat hâlen baktığında boş yerini görmüyor musun? Haklıydı. Bahçemizde yaşlı ancak onca yaşına rağmen süper yakışıklı bir kavak ağacı vardı. Boyu öylesine uzundu ki, beş katlı bir binanın kırmızı kiremitli, kendini beğenmiş derecede ukala görünen sivri çatısını bile geçerdi. Geçen yaz kesilmesine şahit oldum. Keşke olmasaydım ya! Her ne kadar itiraz etsem de, artık onun vadesini doldurduğunu söylemişlerdi. Demek ki her şeyin vadesi varmış!!! Anlayacağınız bir kişinin engellemesi on kişiyi durdurmaya yetmedi. İçimdeki yara, herkesin bir gün bahçesindeki tüm ağaçları keseceğini bilerek daha da derinleşti durdu. Buna rağmen düşündüklerimi söylemedim. Kimse de dinlemezdi zaten. Dinlenmediklerini düşünsen bile söyleyeceksin, dinlemeseler bile bir tek kelime dahi akıllarında yer etse kâfidir. Aklımdan geçen bu cümleler sizler için. Ne söylerseniz söyleyin, karşınızdaki dinlemez gözükse bile, aslında beyni size dönüktür. O farkında değil görünür. Beyni ise aç kurtlar gibi saldırır kelimelerinize, tek birini kaçırmadan kendi kovuklarına saklar. Günü gelince çıkarmak için ortalığa. Bunlar geçici şeyler, geçici... Kalıcı olanlar ise saklananlardır, saklanmaya değecek olanlardır.
Gittikçe dağılıyorum değil mi? Neyse, her şeyi baştan anlatmanın alemi yok. Bilinenleri biliyorsunuz zaten. Merry ile Pipin yaşlı Ağaçsakalın güvenini kazanmasıyla gelişen olaylar, bir devrin tarihini oluşturuyordu. Öyle böyle değil, kendi hallerinde varlıklarını sürdüren eski, çok eski, Tolkienin (bu kez doğru yazdım hehe...) deyimiyle kadim bir ırk, yıllarca herkesin gözü önünde olup da fark etmediği bir soy, nihayet güçlerini açığa çıkarmış ve bu sayfada yerlerinin olduğunu keşfetmişlerdi. Onlar fark etmişti ki, Orta Dünyada yaşanan olaylara dışarıdan bakmaya artık devam edemezlerdi. Efendi Elrondun bir zamanlar oluşturulan bir toplantıda katılanlara demiş olduğu gibi; Orta Dünyada yaşayan bizlerin sorunu bu. Denizi ve ötesinde yaşayanları ilgilendirmez. Bu sorun bize aittir. Çözümü de öyle... Fangorn Ormanı da -Elfler ve insanlar onlara böyle diyordu- Orta Dünyada varlıklarını sürdürmeye çalışan bir ırktı. Her ne kadar bu sözleri hiç işitmemiş olsalar da, bu konuda tek bir kelime dahi bilmiyor olsalar da...
Ent Meclisi toplanıp da ham hum sesleri gümbür gümbür dağlarda yankılandığında, rüzgâr ve toprak onların artık ayaklandığını havaya duyurmuştu. Bu sesler korku duyması gereken kalplere tatsız bir yorgunluk ve dehşet hissini salmış, gönlü temiz olanlara ise bitmez bir neşe ve kararmış göklere temiz, tertemiz bir ışık getirmişti. Başımızda yaşlı olan, yazılı lisanda Ağaçsakal yürüdü. dedi Kayınkemiği. Onun da dahil olduğu grup, yorulmaz, yıkılmaz bir eda ile dimdik, belli olan hedeflerine ilerlediler. Yolları aştıkça, otlar ve çiçekler önlerinde saygıyla eğiliyor, taşlar ayaklarının altından çekiliyor, tümsekler kambur sırtlarını onlar rahat geçebilsinler diye düzleştiriyordu. Fangorn Ormanı, uzun süren beklemelerinin birikimini ortalığa salmış, sel misâli akıyordu. Dümdüz, ileriye doğru. Dimdik duran Kara Kuleye doğru... Şu anda aralarında bulunan küçük ahalinin iki üyesi kadar şaşkın, hatta daha fazla şaşkın olanlarsa kara kule sakinleriydi. Böyle bir şey ne görmüş, ne de işitmişlerdi. Ortaya çıkışlarında Trolleri görmüş olan birazı, bir an için yarım akıllarına gelen bilmedikleri düşünceleri yorumlamayı dahi düşünmemişlerdi. Sanki düşünecek kapasiteleri varmış gibi! Onların yaptığı tek iletişim, birbirleriyle dalaşmak, küfürleşmek ve sonu ölümle biten oyunlardı. Onlardan başka, farklı ırklardan kişiler de bulunuyordu kule sakinleri arasında. En acısı da bir zamanların insan olanları, Entlerin cetvelinde adları yazılı olanlar vardı. Diğerlerinden daha akıllı ve ormanın gördüğünde kalbini yaralayan bir ırkın mensupları vardı. Onlardan fazla söz etmedi Kayınkemiği.
Kulenin yılmaz duvarlarında, ince ince sarsıntılar hissedilmeye başlandığında kule sakinleri de kısa duraklamaların ardından kendi savunmalarına hazırlanmaya başladılar. Kulenin etrafında bulunan ve içlerinden ara ara yoğun, pis, yeşil kara dumanlar, kızıl alevler çıkan, altlarında zincir şıkırtıları, çelik fokurtuları gelen kuyular iki kat faaliyete geçmişti bile. Kim bilir bu kuyular ne menem bir kötülük için yapılmışlardı. Canım toprak dedi o bana. bastığım her yerde hâlen acı çeken toprağı hissedebiliyorum. Acı çekiyor ve bu durumuna lanet ediyor. Kör olasıca kara balçık onun öfkesini kışkırtarak, acısından zevkle beslenmekte. Buraları kirleten kara kalplere, her türden çirkefin yaratıcısına lanet olsun! O hâlen sessiz ve kibar bir halkın elemanı idi. Ne kadar kibar ve acelesiz olursa olsun intizar etmesini anlıyorum. Tüm cesaretimle sordum: Peki ya sen, sen neredeydin?. Ah etti. Nefesi içten içe yanan taze dallar, dumanı içinde tüten yeşil yapraklar gibi. Ben kara kulenin önündeydim. Babam, annem, erkek ve kız kardeşlerim hatıralarımın gerisinde, ben ise kulenin önündeydim. Tüm gücümle kuleyi devirmek istedim. Bizi hile ile yanıltarak bir çoğumuzun ailelerine yaptıklarının hesabını vermesine binaen hepimiz kuleyi yerle bir etmek için harekete geçtik. Eh! Hm! Bizler aceleci halk değilizdir. Bununla birlikte, ayaklandık mı önümüzde kimsenin duramayacağı hakikattir. Lâkin kule üzerinde yapabildiğimiz yegâne şey.. gözlerinden bir iki damla aktı sayfaya koyu yeşil, iri yağmur damlaları. ..bir iki çizikten öteye gidememek oldu. Dokundum damlalara, kor gibi sıcacıktı. Kaynayan sular gibi.
Gölgeler içerisinde devasa heykeldi O. Şimdi kararmış olan dağların daha genç olduğu zamanlarda, henüz boyu bu kadar uzamamışken Kayınkemiği, kendi ormanı içinde huzurlu yaşantısını geçiriyordu. Birden bire değişmiş olan zaman, çağların arasında onların bile yetişemeyeceği hızla aktı gitti gözlerinden ve ellerinden. Uykunun yumuşacık elleri, Ormanın hızlı ve zarif Elfi Legolasın sözlerini bıraktı avuçlarıma; İnsanların Ent dedikleri Onodrimler çok önceleri burada yaşıyorlardı. Çünkü Fangorn yaşlıdır, elflerin ömürlerine göre bile yaşlı.
O şimdi atladı kendisini kucaklayan ve bırakmak istemeyen alevlerin arasından. Alevler gönülsüzce çekildiler onun etrafından, ancak o kadar kolay değildi alevleri bırakmak. Nitekim pis kokulu bir duman, haince gülerek, başından ayak uçlarına kadar kara gölge oldu aktı. Yoğun sis sardı her yerini. Buna rağmen tüm gücüyle yaklaştı ve;
Annem ve kızkardeşlerim diğer enthanımlarıyla birlikte giderlerken, bizleri de çağırmış idiler. Onlar güzel açan mis kokulu çiçeklerin letafenine kapıldılar. Enthanımları kendilerinin de rengârenk çiçekler açabileceklerini fark ettiler. Onlar artık bizlerin yaşam alanlarından çıkan büyük ahalinin yaşadığı yerlere korkusuzca gittiler. Bir süre önce ki bu bizim için sayısız yılları söyleme biçimimizdir, sizler uzun zaman önce dersiniz, onlar insanlara kendi zanaatlarını öğrettiler. İnsanlar da onlara saygı gösterdi öğrettiklerinden ötürü. Hm! Bununla beraber, Enthanımları bizleri çağırdılar. Bizler ise alışkın olduğumuz ve yuvamız dediğimiz kendi topraklarımızdan ayrılmayı göze alamadık. Enthanımlarına uzun uzun seslendik. Bir süre ben ve birkaç akrabam da kendi ailelerimizin izini sürdük. Dağları dolaştık, her yeri aştık. O zamanlar dağlar şimdiki gibi değildi, daha gençtiler. Tepelerinde nice varlık bulunurdu ve güneş, evet güneş o vakitler daha neşeli idi.
Bizlerden kimse enthanımlarını geriye dönmeleri hususunda ikna edemedi. Onlar bizimle gelmediler fakat gittikleri yerlerde yollar açtılar. Yolların kenarlarında gördükleri verimli toprakları işlediler ve buralarda kaldılar. Çok çok zaman sonra da bizlerin görüşlerinden çıkıp yitip gittiler. Velakin, ben onları tamamiyle kayıp etmeden önce, kız kardeşlerimin sarı sarı bıraktıkları çiçekleri bulmuş idim eski yollarda. Anneciğimin de ekeledikleri yerlerde bıraktığı rayihâlârı saçılmıştı. Lâkin kendilerinin izine rastlayamadım.
Uzun arayışlarımız sizin ömür sürenizle hesap edilemeyecek kadar uzundur. Şimdi bile, ırkımın yapamayacağı kadar aceleci bir hızla hasbıhal etmekteyim. Arayışlarımız artık nihayete ermiş görünüyorsa da bekleyişimiz devam edecek. Ben artık yapamasam dahi kardeşlerim bekleyecekler. Bu günlerin geçişini görecekler ve birlikte olacakları anların gelişini bekleyecekler.
Derin derin soludu, sanki temiz havayı içine çekerse daha fazla zamanı olacaktı. Temiz havayı bulabilirse... O dumandan ne varsa çektiği havayla karıştı içine. Boğuk boğuk öksürdü. Hemen aklıma bir bardak su vermek geldi. Kalkacaktım ancak vazgeçtim. Ne saçma değil mi? Bir bardak suyla öksürüğüne çare olma düşüncesi!... O ise bunu fark etmemiş, konusuna dönmüştü bile.
Babam, annemin ve kız kardeşlerimin gitmesiyle birlikte daha fazla dayanamadı. Artık ne benimle, ne kardeşlerimle ne de diğer akrabalarımızla tek kelime dahi konuşmadı. Kendini toprağa bağladı ve uzun kollarını göğe uzattı. Kolları yapraklandı, ayakları derinlikleri kavrayarak kökleşti. O artık hiçbir şey konuşamaz ve düşünemez oldu. Yapraklar ve dallar aşkına! Elf halkının bizlere ihsan ettiği en güzel olay bu idi. Bizleri uyandırdılar ve konuşmayı öğrettiler. Onlar da bizlerin dilini öğrenmişlerdi. Eski zamanlar, güzel günlerdi onlar. Bir daha geleceklerine inanmak güçleşiyor gibi görünse de, her şeyin sonu karanlık değil diyor gönlüm bana. Bu zamanlar geçecek elbet!. Bununla beraber, babam umudunu çoktan yitirdi ve ağaçlaşma yoluna gitti. İçi kararmış olanların arasına katıldı. Mamafih, onun da zamanı gelecek, ne dersin. Okuduğunda Huornlardan bahsedildiğini hatırlıyor musun?
Evet dedim. Bunlar sizin lisanınızla tamamen ağaçlaşmış entler diye yazıyor. Hâlâ sesleri var, hâlâ entlerle konuşabilenlen varmış denir. Galiba siz bu nedenle onlara huorn diyorsunuz. Bu halk hem garip hem yabanilermiş, tehlikeli. Ancak entlerin başı onların tehlikelerini yabaniliklerini güdebilirmiş. Bana kalırsa kalbi kara düşüncelere dalmış, artık konuşmayı, yürümeyi reddetmiş olanlardı. Bunun üzerine o bana baktı, eski hatıralarını canlandırdığım için kızdım kendime. Yavaş yavaş konuştu. Sesinde elem yüklüydü; Kalbi kara olanlar değil de kalbini kapatmış olanlar dense daha doğru olur kanaatimce dedi. Babam da kalbini kapadı herkese, Huornlardan biri olmuş idi. Ancak o tehlikeli midir, değil midir orasını bilmem. Ne olursa olsun o da bir zamanlar benim gibi idi. Şu durumda bile benim babamdır. Daha sonraları, ormanın derinliklerinde kara gölge yayılmaya başladığında, babam gibi ağaçlaşma yoluna giden halkımın yok edilmesine tanık oldum. Onların yanı sıra bizlerden, yani henüz yaşadığı yıllar olgunluğa erişmesi için yeterli olmamış olan daha genç entler ve yaşı daha geçkin olan büyük entlerden bazıları o kara kulenin mahsulü olanlar tarafından yok edilmeye başlandı. Benim daima birlikte dolaştığım iki arkadaşım da o zalimlerin baltaları altında yitirdiler yaşamlarını. Bizleri ağaçları keser gibi kesiyorlar. Ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Nedenini bilmiyorum. Çünkü bizler, artık kaybettiğimiz hanımlarımızın ardından şarkılar söyleyerek beklerdik. Bizlerin dışında olanlarla ilgimiz olamayacak kadar Enthanımlarıyla ve ormanımızla meşguldük.
O kara kule, tüm bunları getirdi gözlerimin önüne. Halkıma yapılan ezalara ait ne varsa, bizim lisanımızda yer almayacak derecede feci olan ne varsa, onların yuvası olan bu kara kule tüm tahammül sınırlarımızı aştı. Ağaçsakalın parmakları kayaları hiddetle un ufak edecek kadar parçalamıştı. Kulenin o muazzam kapıları kısa sürede parçalara ayrıldı. İçimizden Bregalad, sizin lisanınızda Tezmertekin halkı ork baltalarından çok çekmiş idi. Tezmertek sakin görünüşlüdür ancak hepimizden daha acelecidir. Bu genç ent kulenin içinden çıkıp bize saldıran bir zamanlar arif olana doğru atıldı, onu yakalayacaktı ya, o büyücü kaçıp kulenin içine saklandı. O anda ben de içimdeki ateşi yaktım ve onun ardından koştum benimle birlikte birkaçımız daha vardı. Kapıya dayandık. Tezmertek kapıya yükleniyordu. Kimimiz sağdan kimimiz sol yanından çevirdik kuleyi. Her birimiz kendi çabamızla devirmeye çalıştık. Ancak pek fazla zarar veremediğimizi görüyor idik. Hiddetimiz kayalara dağıldı. Un ufak olmuş kayalar ayaklarımızın altında çürüdü gitti. Biz kuleyi yıkmaya çabalarken o kötü yürekli büyücü de boş durmamış. Çukurların içinden yaydığı pis dumanları ateş kıvılcımları ile etrafımızı sarmalamış idi.
Buna karşın tüm sakinliğimi yitirdim ve biriktirmiş olduğum öfkemle tekrar saldırdım kuleye. Gövdem, parmaklarım berelendi, bu beni daha da öfkelendirdi. Sadece beni değil, orada bulunan benim gibi olan hepimizi öfkelendirdi. Hepimiz saldırdık, lâkin kule pek bir hasar görmüş değildi. Ben ise belki de son bir saldırı için gerilediğimde, birden büyücünün o zararlı ateşi beni sardı. Artık son zamanlarım, velâkin böylesi daha iyi. Bir ihtimal annemin ve kız kardeşlerimin yanına gideceğim. Erkek kardeşlerim ve babam da benimle gelecekler. Ailemi tekrar bir arada göreceğim. Gözlerinde yeşil ışıklar oynaştığında anladım ki bu düşünceler acısını hafifletiyordu.
Peki sen nasıl oldu da bu sakin yaşamdan kalkıp, belki de hiç düşünmediğin bu yere geldin. Neden annenin ve kız kardeşlerinin çağrısına uyarak onlarla birlikte gitmedin? Aklıma gelen bu soruyu soramadım ona. Nasıl yapabilirdim ki? Karşımda açıkça kara hiddetin zehrinden zevklenen, kırmızı bedenini şişirerek böbürlenen ve yukarıya doğru süzülerek mavi uçlu kırbaçlarını zalimce havaya savuran ateş vardı. Bu ateşin içinde gümleyen davullar vardı. Davulların her vuruşunda sanki kırbaç uçları kalın notalara dönüşerek dolu dizgin fırlıyorlar ve kırmızı gövdeli analarından ayrılarak Kayınkemiğinin yaslı bedenine uçuyorlardı. Onun canını yakmaktan büyük bir haz alıyorlardı. Ve ben onlara bu hazzı yaşatacak her anı nasıl onaylayabilirdim? Buna nasıl cesaret edebilirdim? Anaları kırbaç uçlarını birer mızrak yapmış karşısına çıkanı deşerken... O son demlerini yaşarken, onu sorgulamak bana mı düşmüş? Onun buraya gelmesi, benim bunları görmem iyi mi oldu sanki? Yazmak için bir haftamı harcadım. Bu sadece aklımı toplamam içindi. Uyandığınız rüyanın etkisinden ne kadar sürede kurtulabilirseniz, sizin için o kadar iyi olur. Ben daha uzun sürede dahi kurtulamadım. Ona ne başka bir şey sormaya, ne de konuşmaya cesaret edebildim. Şu anda karşımda alev alev yanana yapabileceğim hiçbir şey olmadığını bildiğim halde, gözyaşlarımla kurtarmayı düşünmemi engelleyemedim. O ise anlamış gibi baktı, eğilebildiği kadar eğildi. Bunu yaparken acısını içine sakladığını biliyordum.
O kara balçık bedenime ateş savurdu, beni başka türlü durduramazdı. Sayfadan yoğun bir duman yükseldi sanki. İnce bir sızı kapladı her yanı. Gördüğüm ateş, onun derisini onarılmaz bir biçimde yaralıyordu. Duman ve yanık kokusu burnumu yaktı. Gözlerim sisin getirdiği acıdan değil, Kayınkemiğinin önleyemediğim yanışından boğulmuştu. Yapabileydim eğer... Karşımda meşale gibi yanıyordu. Pippinin dediği gibi. Hiç böyle bir ateşle karşılaşmamış olmayı dileyin. Artık açık açık ağladım, göz yaşlarım yağmur oldu sayfayı ıslattı. Yapma dedi şimdi bir faydası yok, bunlar senin zamanında değil. Çok çok önceden oldu hepsi. Biz sadece kısa bir an için açık olan kapıdan buluştuk. Bizi ancak bizim hakkımızda bir şarkı yazılırsa bileceksin, yazılmazsa bilemezsin. O bunları dediğinde,
geride kalan kaleyi kuşatmış olan entler birer birer lanet ateşin hain kızıllığında eriyip gittiler. Bu diğerlerini sindireceğine daha da kızdırdı. Bir ormanın ayaklandığını ne işittim ne de gördüm. Gözlerim bunu görecek kadar sağlam değil. Arkada işte Ağaçsakal duruyor tüm heybetiyle. Gözlerinde geri gelmez acılar var. Kaybettikleri şimdikilerden daha az değil. Bunlar görecek kadar yaşamamış olmayı mı dilerdi? Eğer öyleyse kimse ona hak vermemezlik yapamaz. Kimse ona bunun için karşı çıkamaz ya da hiç kimse onu bunun için ayıpsayamaz. Kim dilemez ki? Kim kayıplarını gördükçe daha fazlasını göreceğini bile bile gözlerini açık tutmak ister ki?
Kendi sesimi duydum Sizi kimse unutmayacak. Herkes birbirine anlatacak. Sonra kendi çocuklarına, onlar da kendi çocuklarına anlatacak ve bu böyle devam edecek. Artık vakti geldi gitmenin. Sevdiğim o, ağır ağır uzaklaşırken hayallerden, ismi kaldı hatıralarda. Bedeni ise... Bedeni ise yandı acımasızca... Tıpkı diğerleri gibi. Ah ne yazık, hep haberlerde görüyoruz ya. Ah bu yaz mevsimi... İçimizde hâlâ Sarumanlar, orclar, balroglar var.
Gözlerimi açtım. Saate baktım. Belki on belki on beş dakika olmuştu. Kitap hâlâ ellerimin arasındaydı, eğreti biçimde. Gece karanlık. Dışarıda ay var. İlk dördün. Sokak lambası yine pırıl pırıl. Işık açık, kapılar açık. Perdeler açık. Zihnim açık, her yer, her şey açık.
Kalemin ucunu açtım. Bir yerlerden bir ajanda buldum. Bomboş sayfalarından birine yazdım. Aslında Hepsi Bir Rüya...
Kitabın üzerindeki damlalar rüyamda ağladığımın kanıtı gibi dururken kapattım. Bu kitapta ne kadar çok gözyaşı var diyerek eski bir şarkıyı doladım dilime;
soluk bir ay dolanıyor,
kentin üstünde her gece
her gece bilge bir gezgin
tavrıyla adımlıyor yolunu...
Bu yazıyı yazmak istemiyordum. Ancak bilirsiniz, heyecan bir kere sizi ziyaret etti mi, ona karşı koyamazsınız. Gözünüz kapalı bile yazarsınız. Sakın boş laf demeyin. Çünkü olmadığını siz de biliyorsunuz. Üstelik merak etmeyin, bu sadece bir hikâye. Ancak ne derler bilirsiniz, her hikâye bir yaşanmışlık örneğidir. Küçük farklılıklar haricinde tabi... Burun kıvırdığınızı tahmin edebiliyorum. Önemli değil, içinizden bunu anlayan birilerinin çıkacağına inanıyorum. Yukarıdaki yazı tamamen rüyayı yansıtmıyor. Bunu yazamazdım. Çünkü tam olarak ne gördüğümü hatırlamıyorum. Sadece biliyorum. İstiyorum ki siz de bu kadar açık olun. Bırakın kendinizi ve yazın. Yeni bir tür oluşturalım hep beraber...
Eski yazıları silmeyin sakın. Sınavlarım var, bunu yazıp gideceğim. Uzun bir süre için ara veriyorum (kurtuluyorsunuz benden. Hehe!..) Ancak geri dönüşte mümkünse kayıplarımı telafi etmem için silmeyin, kaldırmayın her şeyi. Dosyamı oluşturmama izin verin. Bilakis rica ediyorum. Sınavların bitiminde tekrar görüşeceğiz (demek ki kurtulamıyormuşsunuz!!).
Ve tabi bu arada ünv. sınavına gireniniz varsa, umarım sonuçlar istediğiniz gibi olmuştur. Bir de umarım ki- edebiyat bölümünü seçeniniz de olmuştur. Çünkü bu yeteneğinizi geliştirmeniz için bulunmaz bir fırsattır üniversite.
Daha önce bağlantı nedeniyle demiştim. Bu kez sınavlar nedeniyle diyorum. Güzel bir veda olsun. Yüzünüz aydınlığa dönük olsun.
Haydi size giderayak güzel bir nasihatim de olsun!!!
_______________________________________________________________
Birbirinize ve herşeye saygılı olduğunuz sürece insanlık devam edecek, Angelic
"
|
| |
Oturum Aç
|
Henüz bir hesabınız yok mu? Yeni bir tane yaratabilirsiniz. Kayıtlı bir kullanıcı olarak tema yöneticisi, yorum yönetimi ve kendi adınızla yazı girişi gibi imkanlardan faydalanabileceksiniz.
|
|
"LOTR: The Middle Eart stor..." | Oturum Aç/Yeni Hesap Yarat | 4 yorum |
| Yorumlar gönderene aittir. İçeriğinden hiçbir şekilde site ve site yönetimi sorumlu tutulamaz. |
Re: The Middle Eart stor... (Puan: 0) Gönderen Anonim Tarih: Ağustos 16, 2002 - 11:28:04 | Eart diil "earth" olacak tatlış!!.. |
[ Anonim kullanıcı iseniz, lütfen kayıt olun ]
[Başlıksız] (Puan: 0) Gönderen Anonim Tarih: Ağustos 16, 2002 - 11:29:13 | Ha bu arada bu senin makinen :)))))) |
[ Anonim kullanıcı iseniz, lütfen kayıt olun ]
- Re: pardon Gönderen Anonim Tarih: Ağustos 16, 2002 - 12:07:56
Thanx a lot! (Puan: 1) Gönderen Angelic Tarih: Ağustos 17, 2002 - 12:36:15 (Kullanıcı Bilgisi | Mesaj Gönder) | Thank U for explanation. I know. So, I' be' aware of what I was. U're right. I mean "earth" but....mistake, sorry.
Aslında bu gün gelişimin nedeni, bu gün olduğu için. Bir de epeydir neler oluyor diye merak etmiştim. Tabi bir de yazıma bakıp gideceğim. Gördüğüm kadarıyla...
Neyse, şairin dediği gibi..
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde bir yığın yaprak...
Ve durup bakacaksın semaya, ağlayarak...
Bu gün 17 Ağustos, herkes, her şey ağlıyor.
Doğa bu günün acısını haykırıyor.
Her yerde yağmur var,
her yan göz yaşı..
Her şey olduğu gibi duruyor.
Ne noksan, ne fazla..
Hep aynı.
Giden gittiğiyle kalmış.
Kalanlar ise... garip
Yer gök ağlıyor bu acıya
Her yerde çamur var,
Her yan göz yaşı..
Bir kez daha söylemekte fayda var.
"Kendimizi keşfettiğimizde, saygı ve sadakat da bizimle gelir. Bu gün 17.08.2002, ve yağmur, her yerde, her yerde
Angelic
|
[ Anonim kullanıcı iseniz, lütfen kayıt olun ]
|